8 Ocak 2011 Cumartesi

BİR RESİM-BİR ÖYKÜ SERİSİ

HAYATIN FOTOĞRAFI
Sokakta bulduğum fotoğrafın kaderimi bu kadar değiştireceğini bilmiyordum. Bu yakışıklı adam, iki gece önce rüyama giren kişi olmasa bu kadar üstelemezdim. Ama poz verirkenki duruşu bile aynıydı. Her zamanki gibi işyerime doğru gidiyordum dalgın dalgın. Uyandığımda dilime takılan ıslığımla. Havada ıslığımın çıkardığı buharın kaybolması mutluluk verirken aklım evvelki gece gördüğüm rüyadaydı. İşte tam da o sırada buldum fotoğrafı. Akşamdan kalan yağmur birikintisi ile çamur arasında, sol yanı çamurlanmış... Bu mucize olmalıydı.




İşe gittiğimde Serhat Abi, vesikalıkları doğruyordu şakır şukur. Dikilen öküz suratlıya yarım göz attım, şipşak fotoğrafta temelli at hırsızı gibi çıkmıştı. Önemsemediğine göre tapu ya da noterden istenmişti belli ki. Sevincimi çok da belli etmeyerek, "Günaydın!" deyip geçtim bankonun arkasına. "Haa, Yasemin, gel zarfla şunları!" dedi. Elinden alıp minik zarfına koydum fotoğrafları ve uzattım.


At hısızı gittikten sonra ortalığı toparlarken ona anlatsam mı anlatmasam mı diye içimden geçiriyordum ki, düşünmeme gerek bile kalmadı. "Ne o kız, sabah sabah pişmiş kelle gibisin? Bi hâl var sende. Dökül bakiim abine!" dedi. Gerçekten Serhat abi, öz abim, sırdaşım, arkadaşım herşeyimdi. 25 yaşındaydı. Askere kadar düğünlerde fotoğraf çekmiş, dönüşte babası bu stüdyoyu açmıştı. Başım ne zaman sıkışsa soluğu onda alırdım evvelden de. Bu nedenle geçen sene üniversite sınavını kazanamayında fotoğraf stüdyosunda yanında çalışma teklifi can simidi gibi gelmişti. Babam da kendisini çok sevdiğinden itiraz etmemişti. Arkadaşlarım bir yerleri kazanıp gitmiş, kazanamadın mı diyen insanlara hesap vermenin getirdiği bıkkınlıkla gelip gidiyordum. Amaçsız ve boş boş...


"Yaa, inanılmaz bir şey oldu aslında!" dedim. Soran gözlerle bakınca gidip kabanımın cebinden resmi çıkarıp gösterdim. Evirip çevirdi. Markasına ve baskı kalitesine baktı. "10x15, Kodak, siyah beyaz, stüdyo işi... Paspartuluk kısımları ve stüdyo adı kesilmiş bunun." dedi. O ana kadar dikkat etmemiştim. "Boşver şimdi onu!" dedim."İnanmayacaksın ama bu çocuğu rüyamda gördüm!" dedim. "Git kızım, öyle şeyler filmlerde olur, manyak mısın?" dedi. "Vallahi yaa!... Buydu, yemin ederim, Brooke Shields gibi gözleri demiştim hatta!" Güldü. "Ermişsin sen o zaman, kızım!" dedi. "Yaaa bırak dalga geçmeyi de, bu çocuğu nereden bulacağım, sen onu söyle!" dedim.


Akşama kadar onun hakkında yorumlarda bulunup konuştuk. Rüyamı da anlattım ona. Serhat abi, "Dur bakalım belki de karşına çıkar!" dedi. "En azından bir fotoğrafı olduğuna göre kendisi de vardır."


Haklıydı. O mutlaka bu küçük şehirde olmalıydı. Ama nasıl bulurum? Karşılaşır mıyız? Karşılaşırsak ne yaparım? Bilmiyordum. Bildiğim tek şey o günden sonra insanlara daha dikkatli bakmak oldu. Öncelikle fotoğraf arşivimizi taradım. Gerçi tanısa Serhat Abi mutlaka söylerdi bana. Sonra insanlara fotoğrafı gösterip soramayacağım için sokaklarda faltaşı gibi gözlerle kaldırımları, dükkanları, kahvehaneleri, stad çıkışlarını tarayarak geçtim. Ama görsel hafızam dolayısıyla insanlara bir anlık bakmam yetiyordu Allahtan. Yoksa başıma bela almamam da işten değildi.


Umutsuzluğa kapılmadım değil. Odamda ağladığım da oldu resmine bakarak. En yakın kız arkadaşıma bile açılamadım alay konusu olmamak için. Sadece benden 3 yaş büyük Berna'ya bahsettim telefonda. Berna yengeyi anlatmadım değil mi size? Serhat abimin eşi ve komşumuz Berna. Yenge dediğime bakmayın. Berna derim. Her sabah işe giderken konuşuruz. Serhat abiyi yolladıktan sonra ya o arar ya ben ararım. Laflarız oradan buradan. Zaten ben Serhat abiden 2 saat sonra filan giderim işe. Neyse...


Ailem ise bendeki değişikliği farketse de üstüme gelmiyordu. Var olan ama ulaşılmaz birine aşık olmanın getirdiği karmaşa denizinde sağa sola bilinçsizce kulaç atmak, akıntıya kürek çekmek gibi bir şeydi. Resme bakıp cevap verebilirmiş gibi soruyordum. "Sen neredesin?"


Üç gün sonraydı ona rastlamam. Rastlamak da sayılmaz. İnsanların kalabalık olduğu yerleri düşününce otogar gelmişti aklıma. Belki de şehre bir kaç günlüğüne gelmiş pazarlamacıydı. Belki bugün son günüydü ve gidiyordu. Öğle arası 2 sokak ötedeki otogara gitmek için izin aldım Serhat abiden.


Tiksindiğim, korktuğum, nefret ettiğim otoparka girdim. Sabahtan akşama dek kaynayan sosislerin sosu, eksoz dumanı ve çığırtkan tellalların yapışkan sesleri karşıladı beni. Önce yazıhaneleri dolaştım. Sonra otobüslere yanaştım. Yoktu.


Fazla da geç kalmamak için omuzlarım düşük yöneldim çıkışa. Otogar park ücreti ödemek için kuyruğa girmiş otobüsler kesti önümü. Bir adım geriledim. Hangi firma diye otobüsün önüne bakmak için bir iki adım atmıştım ki, onu gördüm. Cam kenarında ve aynı pozda cama yanaşmış boş boş bakıyordu. Kıpkırmızı olmuştum. Otobüse artistik bir hareketle girip "Durun!" diyecek cesaretim yoktu. Ama beni görmesini sağlamalıydım. Sanki birini uğurluyormuş gibi el sallamak geldi aklıma. Başarmıştım. El salladım ve gördü beni. O da salladı. Arkama baktım benden başkası yoktu. Yan tarafta el sallayan bir teyze vardı ama onun torunu olduğunu sandığım arkadaki çocukla ilgilendiği aşikardı.


Sonra yine inanılmaz bir şey oldu. Göz kırptı bana. Sonra da gitti. Yani otobüs siyah egsozunu fosurdatarak bastı gitti.


İşyerime kadar ağladım. Onu önce bulmuş, sonra kaybetmiştim. Aslında başladığım yerdeydim. Sanal bir aşkın kemiklerini sıyırmaktı kaderim.


Şişmiş gözlerle stüdyoya girdiğimde Serhat abi vitrindeki büyük resimleri değiştiriyordu. Berna abla da gelmiş, kasanın arkasında oturmuş gülüyordu. Neler konuştuklarını duymuyor, etrafı görmüyordum. "N'oldu kız?" dedi Serhat abi. Berna abla, azarlar gibi "Serhaaat!" dedi. "Tamam ya, tamam!" deyip işine devam etti.


"Gitti abla!" dedim. "Kaderimi buldum ama bu şehri terketti. Belki de hiç göremeyeceğim. Otobüsteydi, gördü beni, hatta göz kırptı. bakışında tanıdığını ima eden bir şey vardı sanki. O'ydu biliyorum!" Sarıldı Berna abla. "Deli kız!" dedi. "Bu yaştasın inanıyorsun böyle şeylere ya, ne diyim sana!".


Elleriyle yaşlarımı sildi. "Gel!" dedi, "Dışarı çıkalım!".


Kapının önüne çıktık. Sarıldım. Omzuna dayadım başımı.


"Sana safsın diyorum hep, inanmıyorsun. Düşünsene, rüyanda görüyorsun, aynı kişinin resmini buluyorsun, sonra kendisini görüyorsun ve göz kırpıp bu şehirden gidiyor." İç çekti. Başımı omuzundan ayırdı. "Etrafına duvar ördün kaç aydır. İnsanları görmüyorsun. hayattan soğudun. Ne hâlde olduğunu bilmiyorsun. Sana bakmayı öğretmek lazımdı." Konuşmalarını sürdürdü nutuk çeker gibi. Hâlâ anlamıyordum bir şey. Ama bir gariplik de seziyordum. Sarstı birden.



"Beni dinliyor musun?" dedi. Kafamı salladım. "Etrafına bak. İyi bak. Hayat akıyor, gençliğin akıyor. Hayata duyarsız kalamazsın. Amaçsız yaşayamazsın. Etrafına bak! Göreceksin baksan." dedi.



O an vitrindeki resimler çarptı gözüme. Brooke Shields gözlü çocuğun resimleriyle donanmıştı vitrin. Altında "Foto Serhat" yazıyordu yaldızlı. Eli ile yüzünün yarısını kapatmış, gülümsüyordu. Bunların bir oyun olduğunu, sabah rüyalarımı anlattığım Berna ablanın bana bu şekilde matrak Serhat abi yoluyla ders vereceği aklıma gelmemişti. Sırıtarak çıktı dükkandan eşi de. Geldi ve sarıldı bize. Hayat onun için bir oyun, benim için sınav, Berna abla için bir dersti.


3 yorum:

Depresif Ayu dedi ki...

karamelcim. çok güzel, çok güzel, çok güzel. bir solukta okudum. Serhat yine torpil yaptı diyecek ama puanım sana ;)

B. dedi ki...

Ben öyküyü kimin yazdığına bakmadan kimin yazdığını anlama oyunu oynuyorum, çok zevkli oluyor :)

hep mi ders verir bu bernalar ya off :)

Dikilen öküz suratlıya yarım göz attım, şipşak fotoğrafta temelli at hırsızı gibi çıkmıştı.

çok sevdim bu cümleni.

Eline sağlık!

kremkaramel dedi ki...

Teşekkürler. Okunması en büyük ödülümüz.

 
Copyright 2009 2kalemsorler