29 Ocak 2012 Pazar

6 kelime bir öykü (guns guns guns)




uzun süre oldu biliyorum ama pcm çöktü :(


İstanbul; hayatın hızlıca akıp gittiği her gün başka olayların olduğu şehir. Buraya bu şekilde gelmemeliydi. Planları vardı. Hayali istanbulda yaşayacakları balayıydı. Ama daha evlenme teklifi esnasında yaşanmıştı bu berbat olay.

İki özel yetenekli ajanın evlenmesine asla izin verilmezdi. O çok uğraşmıştı. Üst yetkili kişileri ikna etmek hiçte kolay olmamıştı. Gerekli izinleri ve “evlenmelerinde mahsur yoktur” yazısını alması tam tamına 1 yılını almıştı. Bir yıldır aynı görev üzerine çalışmışlar sonunda kötü çeteyi çökertmeyi başarmışlardı. Biri hariç hepsi yakalanmıştı. Korkunç cinayetler işleyen çetenin kilit adamı çılgın ali lakaplı kişi.

Bütün işleri bittiğinde sevgilisi onu yemeğe çıkartmıştı. Söz vermişlerdi. Bu yemekte bu sefer işle ilgili hiçbir şey getirilmeyecekti. Yemek oldukça güzel geçiyordu. Ömründe yediği en güzel karides karşısında sevdiği erkek ve her zaman ki gibi bir bardak kırmızı şarap. Yemek esnasında çalan o hafif müzik onu dinlendiriyordu. Gözlerini alamıyordu o mum ışığında oturan buğday tenli mavi gözlü erkekten.  “tatlım artık…” buğday tenli erkek parmağını dudağına götürmüş susmasını istemişti. “bu an bozulmamalı” küçük bir çıt sesi duyuldu masanın altından. Hafifçe kalkan kolu izledi şaşkınlıktan gözleri yuvalarından çıkıcaktı az daha. Yüzüktü bu. Kocaman birde taşı vardı üstünde. Buğday tenli erkek ayağa kalktı. İşte teklif geliyor dedi içinden. Sonunda evlenicek bu hayattan uzakta mutlu olucaktı. Orkestraya küçük bir işaret verdi çalan şarkı anında duygusal bir parçaya dönmüştü. Adam eğildi ve “nedra sert. Benim biricik aşkım Benimle ….” O an patlayan silahla her şey değişmişti. Restoran da bulunan herkes çığlık atıyor masaların altlarına girmeye çalışıyordu. Koşuşturan garsonlar bir birini ezerek kapıdan çıkan diğer insanlar sanki her şey anında ağır çekime bürünmüştü.

Beyaz elbisesine bulaşan kan umrunda değildi. Buğday tenli sevgilisinin yanında diz çökmüştü. Ağlayamıyordu. Sadece boynunda oluşan delikten akan kana aldırış etmeden onu sarmalıyordu. Öpüyordu. Gözlerindeki ışık gidene kadar o şekilde beklemişti. Ambulans ve polis ekipleri gelene kadar o şekilde kalmıştı. Cesedi elinden aldıklarında tamamen ruhsuzdu. Hiçbir tepkisi hiçbir ağlama belirtisi olmamıştı. Ambulanstakilerin sadece muayene etmesini izlemişti. Daha sonra diğer ekip gelmişti. Kendi ekibi. Polislerle görüşme yapan arkadaşı steve elde ettiği bilgileri not alarak Nedrayı arabaya bindirmiş ekip ana binasına götürmüştü.

“Seninde peşindeler nedra kimliğini değiştirip seni buradan göndermemiz gerek. Bu göreve başkasını atamalıyız.” Nedra sadece başıyla onayladı. “eve gitmek istiyorum” dedi. Steve peki diyerek onu evine götürdü.

Nedra kapıdan içeri girdiğinde aklında tek bir şey vardı. Çılgın aliyi nasıl yok edebilirdi. Yok etmek değildi amacı. Ona işkence etmekti. Şuan hissettiği tek şey buydu çünkü. Üstündeki kanlı elbiseyi değiştirip duş aldı. Hızlıca alt kata bodruma iniş yaptı. Rafların arasında eski bir konserve kutusunu kaldırıp altındaki düğmeye bastı.  Konserve kutusunu tekrar aynı yere koydu. Duvara yaklaştı ve küçük bir deliğe parmağını sokup kapağı açtı. Çam yüzeye elini koydu. Işıklı tarama yapıldıktan sonra “nedra sert giriş onaylandı” sesini duydu. Yandaki açılan kapıdan girdi. Daha önceki çalışmalarına devam etmesi gerekiyordu. İntikamını alıcaktı.  Bilgisayara birkaç tarama ve birkaç dna örneği girmişti. Ama hiç bu şekilde arama yapmamıştı. Taramayı başlattı. Adres çıkmıştı işte şimdi intikam zamanıydı.

Silah dolabının şifresini yazdı. Gerekli donanımı vardı. Tek eksik olan sahte kimliklerdi.

Savunma şirketinin yeni programladığı bilgisayara oturdu. Küçük bir flash patladı. Fotoğraf hazırdı. Kimlik bilgilerini girdikten sonra orijinal kayıt edilebilirliği onaylayarak baskıyı aldı. Artık kimliği de hazırdı.

“nedra nerdesin?” telefondaki eski ortağı telaştan deliye dönmüştü. Saatlerce cevaplanmayan ve kapalı olan telefonuna ardı ardına mesajlar geliyordu. “ajan nedra lütfen konumunuzu en kısa sürede bildiriniz” mesajlarını saymadan silmişti. Eski ortağını arayarak “şuan türkiyeye giriş yaptım çetenin son üyesinin saklandığı yeri buldum. Cevap yıllardır gözümüzün önündeydi tanrım nasıl bu kadar kör olabilirim?”

“nedra ne saçmalıyorsun? Çabuk buraya geri dönmelisin bir gelişme oldu.” ses aceleciydi. Bilgisayara bir şeyler giriyordu. “yerimi mi bulmaya çalışıyorsun? İstanbuldayım. Ayrıca kapatmam gerek ben sana ulaşırım en kısa sürede.” Telefonu kapatıp çantasına koydu. Görevliye giriş pasaportunu gösterdikten sonra onay aldı ve  dışarı çıkıp “taksi” diye seslendi.
*******
Nedranın telefonu kapalıydı. Eski ortağını çok iyi tanırdı biri canını yatkımı pantere dönerdi. Kocasının öldürülmesi bu olayla bağlantılı olması da onun hedefe çok çabuk gitmesini sağladı. Oysa gerçekleri bilmiyordu. Arkasından bir oyun çevriliyordu farkında değildi.

Nedra kriz kadınıydı. Şirket onu hep kötü görevlere göndermişti. Bunun altından da iyi bir şekilde kalkmıştı. Çözülemeyen cinayetler olayına ilk atandığında çetenin içine girmiş çifte ajanlık yapmıştı. Elde edilenden kat ve kat fazla bilgi edinerek çok yararlı eleman haline gelmişti ve her zamanki gibi olayı kaynağından çözmüştü. Elinden sadece bir kişi kurtulmuştu. Şimdi oda eceline susamıştı. Nedranın bir kez canı yandı mı kimse elinden kurtulamazdı.


Nedra oteline yerleştiği gibi yatağın üstüne valizini boşalttı. Laptopundan otelin wiriless hattına bağlandı. Ayağa kalkarak camdan dışarı baktı. Kalabalık bir akşamdı. İstanbulu seviyordu. Her saat her daim etrafta bir kalabalık vardı. Kalabalık en iyi saklanma yoluydu. Bir ajan avlanmaya gelmişti. Saat hızla hedefe ulaşması için ilerliyordu.

Sabah erken kalkıp otel lobisine indi nedra. Anahtarını bıraktı ve “temizlik yapılmasını istiyorum ve birde yemek salonunda cam kenarı manzaralı bir masada rezervasyon istiyorum”
“eşinizlemi?” dedi genç çocuk. “hayır tek başıma olucam” dedi nedra. Çoz az kalmıştı her şeye.

“alo nedra nerdesin?” nedra eski ortağının telaşlanmasını anlıyordu. “uydu bağlantını aç buraya bir verici koyuyorum. Eğer bana bişey olursa…” dedi yutkundu nedra “kocamın yanına gömülmeyi istiyorum” dedi karşıda bir sessizlik oldu. “kayıt altına aldım nedra. Tek başınasın biliyorsun. Yer sinyalini aldım. 2 saat içinde bana geri dönmezsen şirkete haber vericem. Bol şans nedra”

Telefonu kapattıktan sonra terk edilmiş limana girdi. sağda ve solda dolaşan 4 kişi saymıştı. Karanlık ortamda sessizce hareket etmek kadar zor olanı yoktu. Ya gürültülü patırtılı gelicekti yada yavaş yavaş. Sağa doğru sessizce yol aldı nedra. Kalp atışları hızlanmıştı. İlk adamın arkasından yaklaşarak eliyle kafasını tuttu. Ve ters çevirdi. Çıt sesi gelince yavaşça yere bıraktı cesedi. Üstündeki telsizi aldı. Kendine bağladı ve ilerlemeye devam etti.

Telsizdeki konuşmalar arka kapıya doğru diğer adamların ilerlediklerini bildiriyordu. Oda ön kapıdan girecekti demek ki. Küçük susturuculu silahını çıkardı küçük sırt çantasından. Kapıyı açtığı gibi 3 adamla karşılaştı. 3ününde kafasından vurdu. Üst kata çıkarak ana holden sessizce geçti. İçeride inlemeler vardı. 4 adet doktor ellerinde kırmızı kan torbalarıyla bir odadan diğer odaya giriyorlardı. Anlaşılan çılgın ali işlerine devam ediyordu. Sessizce odanın birine girdi. Gördüğü manzarayla dondu kaldı. 4 kişi elleri kolları sedyeye bağlanmış bir şekilde bekliyordu. Onları şimdi kurtaramazdı bu çok dikkat çekerdi. Diğer odaya girdi. sesler yan odada artmıştı. Nedranın kalbi daha hızlı çarpmaya başlamıştı.

“efendim organlar nakil için hazır hale geldi. Geminize yükledik.” Dedi doktor. Ses tok ve sertçe “çok güzel” dedi. Nedranın öfkesi kabarmıştı. Hızlıca odaya girdi 2 doktor ve çılgın ali onu görmüştü. Elinde silahla doktorları etkisiz hale getirdikten sonra çılgın alinin eline ateş ederek silahın düşmesini sağladı. Nedra hedefe ulaşmıştı. “kocamı öldürdün şimdide ben seni öldürücem” arkasındaki adamı fark edememişti nedra. Başındaki acıyı ve yerin soğukluğunu hatırlıyordu şimdi.

Soğuk bir yerde aniden uyanmıştı. Küçük bir acı hissediyordu kafasında. Elleri kolları ve ağzı bağlıydı. Nerde olduğunu bilmiyordu. Depo gibi bir yerdeydi. Işıklar açıldı aniden. 3 adam ve çılgın ali ellerinde küçük kutularla aşağı doğru iniyorlardı. “seni yanımıza alamayacağımız için özür dileriz tatlım. Gemimde ajanlara yer yok ama sandalyen ile deniz yolculuğuna bayılacağına eminim” dedi gülerek. Sandalyenin iki ayağına baktı o an nedra. İple bağlanmış ve ipte denize doğru gidiyordu. Motor çalıştı o an. Yavaş yavaş ses yükseliyordu. Nedra çözüm yolu arıyordu ama bağlı kaldığı yerden nasıl çıkabilirdi ki? Jet yavaş yavaş ilerliyordu. İpte ona orantılı olarak kısalmaya başlamıştı. Nedranın zamanı yoktu. Sandalye devrildi. İşte nedra denize doğru gitmeye başlamıştı. Güvertedeki adam gülmeye başlamıştı. Sandalyeyle hızla denize doğru giderken önce ip koptu. Sonrada büyük bir gürültüyle jet havaya uçmuştu. Ömründe böyle patlama görmemişti nedra. Arkadan koşan adam onu sarmalamış ellerindeki bantları çözmeye başlamıştı. Ona bakınca o buğday tenli mavi gözlü adamı görmüştü. “sen sen sen?” diye tutulmuştu nedra. Sevdiği adam hayatının aşkı sapa sağlam yaşıyordu. Şok geçirmişti. O an baygın düşmüştü.

Gözünü açtığında eski ortağı ve sevgilisi onun başındaydı. “ben… sen..?” diye yarım yamalak konuşuyordu nedra. Sevgilisi araya girdi hemen “şirket bizim tehlikede olduğumuzu gördü ve düzmece bir ölüm programlamamızı istedi. Çılgın ali buna tesadüfen uydu. Ama tatlım sen sen bunu başardın. Artık önümüzde engel kalmadı”  gülse miydi ağlasa mıydı bilmiyordu. Tek bildiği şuan huzurlu olduğu.

Hava hafif güneşliydi. Bütün davetliler hazırdı. Hayatının en mutlu günü işte şimdi başlıycaktı. Müzik başladı ve damatla beraber yürümeye hazırlandılar. Her şey çok güzeldi. Nikah merasiminin son noktası geliyordu işte. İkiside evet dediler ve “bende sizi karı koca ilan ediyor ve onur duyuyorum” diyerek noktayı koymuştu. 
14 Ocak 2012 Cumartesi

6 kelime 1 öykü (eskiler)




tozlu rafların arasında ilerleyerek aradığını buldu sonunda. Uzun bir süre geçmişti. Savaşın yavaş yavaş izleri silindiği gibi gelenekleri de götürmüştü ardında. Eskisi gibi güzel miydi? Sokağa çıktığında kaç erkeğin kalbini anında etkileye bilirdi?

Çok değil bundan tam 10 yıl öncesini asla unutamıyordu. Chun-ly ismini kullandığı yıllar geldi gözüne. O yıllarda mekanlara o gitmeden önce ismi gider herkesi büyük bir panik sarardı. Büyük sanatçı Chun-Iy. Ülkenin en büyük, en görkemli, en güzel geyşası. Herkes onunla yemek yemek için sıraya girerdi. Onun bir bakışıyla erkeklerin kalbini delip geçtiği söylenirdi. Diğer geyşalar ona imrenerek bakardı. Teninin pürüzsüzlüğü beyazlığı o kadar güzeldi ki bir biblo gibi narin, ateş gibi etkileyiciydi.

O yıllarda asla yeni bir kimono almaya gerek duymazdı. Ülkenin en zengin erkekleri ona ipekten kimonolar, altın takılar, zümrütten kolyeler alır sadece küçük bir akşam yemeği için randevu koparmaya çalışırlardı. Ayrıca sesi şimdiki gibi çatlak değildi. Bir meleğin sesi gibi rahatlatan dinledikçe uyuşturan bir sese sahipti. O şarkı söylemeye başladığında herkesin nefesi kesilirdi. İşte Chun-Iy böyle bir kadındı.

Eline aldığı altın kaplama aynasında yer yer yanmış yüzüne baktı. Kendisini seviyordu hala ama eski güzelliğini de arıyordu. O kötü gecede yüzüne kezzap atıldığı anda bütün ünü, sesi şöhreti yıkılmıştı. İguana çetesi ondan her şeyini almıştı artık.

Savaşın başlamasına yakın yoğun bi hazırlık vardı ülkede. Eli silah tutan her erkek göreve çağrılıyordu. Ülkede kaos hakimdi. Asker kaçaklarını engellemek ve halkı örgütlemekte zorlanan başkana bile yardım etmişti Chun-Iy. Grup toplantılarına katılmış her komutanla tek tek konuşarak ikna etmeyi başarmıştı. Savaşı gizliden gizliye örgütlemişti aslında.

Ancak her ülkede olduğu gibi bu ülkede de riyakarlar vardı. Chun-Iy Amerikalı bir grup tarafından linç edilmek istenmişti. Ve İguana çetesi tarafından işte bu lanetli suyla lanetlenmişti. Kimse tepki göstermemiş onu sanki bir hiçmiş gibi cezalandırmışlardı.

Geyşanın asla bir sevgilisi olamazdı. Geyşa bir modeldi. Eğlencenin zevkin sanatın modeli. Ve Chun-Iy artık geyşa değildi. Çünkü ne kimse onunla yemek yemek ister nede şarkılarını dinlemek isterdi. Artık istese bile sevgili bulamazdı.

Eskileri hatırladıkça hüzünlendi. O günlerdeki gibi olmuyordu her şey. Chun-Iy şimdi zengin bir ailenin yanında hizmetçilik yapıyordu. Hanımı kötü bir insan değildi ama hak ettiği değeri yine göremiyordu. yosun tutmuştu artık yetenekleri. Eskisi gibi değildi…..

“canım saat kaç oldu hala yatmadın mı?”

ışık açıldığında korkmuştu. Laptopu nasıl kapattığını bilemedi. “tatlım neden ses vermedin?” diye sordu endişeli endişeli.

“canım önce seslendim ama duymadın hadi yat artık” dedi suyu içen sevgilisi.

“hikayemin bitmesine az kaldı Biriciğim. Uzun zamandır yazmıyordum zaten.” Diye endişeli bir bakış atmıştı.
Alnına küçük bir öpücük kondurdu sevgilisi ve “yorma kendini yarın işe gidiceksin hadi.” Dedi davetkar bir şekilde…


_Serhat_
13 Ocak 2012 Cuma

6 kelime 1 öykü-6

İNTİKAM

“Arkadaş, Aşk, İstanbul, Mutluluk, Onur, Ömür” günlük ayracı

Mutluluğun tek tanımı vardı onun için: İstanbul. Oysa şimdi, ardında bıraktığı hayatına anlam kazandıran arkadaşları ve yaşama sebebi olan tek aşkından yoksun, kuyruğu dala takılmış uçurtma gibi sessizce bekliyordu. Ne beklediğini, yaşadıklarını nasıl geri çevireceğini bilmese de bekliyordu işte bu taşra ilinde.

Gideceğini söylediğinde arkadaşlarının acıyarak “taşraya mı?” demesi daha da acıtmıştı canını. Onuru kırılmıştı. Oysa babası, bunda onursuzluk görmüyordu. Ona göre onur başka bir şeydi. Israrla tekrar ettiği gibi, onurla çerçevelenmemiş ömür, hiç yaşanmamış demekti. Zaten babasıyla tartışılmazdı. Sadece itaat edilirdi. O nedenle değil miydi annesinin de isyanı? O nedenle değil miydi birbirlerinden kopmaları?

Zorunlulukların rüzgarında, bitirmek zorunda olduğu okuluna gidip geliyor, ama memleketi olan bu şehri hiç sevemiyordu. Üstelik en ihtiyacı olduğu zamanda annesini de babasını da İstanbul’da bırakmış, artık neredeyse “paran var mı-iyi misin-babaanneni üzme” seviyesine inen iletişimsizlikleri kör kuyulara atmıştı sanki ruhunu.

Oysa çok değil bir kaç yıl önce anne ve babasıyla, hatta o zamanlar çok kavga ettiği küçük kardeşiyle nasıl da mutluluk pozları veriyorlardı. Yani düşündüğü zamanlar aklına hep bir 1970’li yıllar kartpostalı gibi bir mutluluk tablosu geliyordu aklına. Her şey çok hızlı değişmişti. Gelecek onu bu yaşında sevindirmekten çok korkutuyordu. Umutsuzluğun acıtıcı sınırları, daralan bir çember gibi üstüne geldikçe, çaresizliğin pençesinde kavruluyor, sebep ve sonuçları daha da birbirine karıştırarak, sessiz bir oyuna dahil oluyordu.

Öfkeyle babasının canını yakmak için planlar geçiriyordu içinden. Ama ebeveynlerine yönlendiremediği öfkesi, dönüp dolaşıp kendisini vuruyor, o zamana dek görülmedik tutarsız tavırlar, öfke patlamaları, depresif, melankolik haller, alkol ve sigaraya düşkünlük, olmadık insanları yüceleştirme, aşağılık kompleksi gibi pis kokulu güller açıyordu her yanı. Bu anlamlandıramadığı haller en çok da en yakınındakileri tutuşturuyor, onları yıpratıyor, farkına varıyor, pişmanlığın pençesinden kurtulamıyordu. Kendindeki bu değişiklikleri zaman zaman kendisi de fark ettikçe daha da hırçınlaşıyor, ama değiştiremiyordu. Çünkü bilmediği bir zamanda, bilmediği bir şey içinde bir şeyi eksiltmişti. Eksilen şeyin yerine koyacağı şeyi arıyordu belki de...

İşte bu büyük ilgi açlığı, bu yamanması zor boşluk duygusu, bu kahpe kader, yanlış zamanda yanlış bir insanı çıkarıverdi karşısına. Nasıl çıktığı da garipti. Sanal sitelerde amaçsızca dolaşırken çıkmıştı karşısına. Oysa tek aşkım dediği ve zamanın inatçı silgisiyle silinmeye mahkum sevgilisi de vardı. Üstelik bir erkeği sevgili olarak bugüne kadar hiç konumlandırmamışken...

Öyle olmuştu ki ne zaman, nasıl tanıştıklarını, ilk kimin kime mesaj attığını, ne yazıştıklarını da unutmuştu bir süre sonra. İltifatların havada uçuştuğu, nedensiz jestlerle utandırıldığı, zamansız sürprizlerle taçlandığı bu evrede sarhoşluk, mutluluğun takma adı idi. Cinselliğe uzanan dolambaçlı yol, karanlık, zevkli ve davetkardı.

Sadece bir kapı aralanmıştı ışıklı. Gözünü kamaştıran bu ışık sağlıklı düşünmesine engel oluyor, ışığın yüceliğinden bir takım çıplak gerçekleri görmezden gelmeye başlıyor, sarıldığı yılanın zehriyle sarhoş oldukça, derin denizde kayboluşu da daha da acıklı oluyordu.

Evliydi adam. Babası yaşlarında, ama bakımlıydı. Bunu öğrenmesi uzun zamanını almıştı ama bunu dert edemeyecek kadar pusulasızdı. Ne önemi vardı karısıyla ilişkisinin boyutlarının? Babası ile benzerliği yoktu ama ondan daha ilgili, daha çenebaz, daha anlayışlı olduğu kesindi. Hiç bir eksiği yoktu hatta. Çünkü aldığı hediyeler eksiklerini göstermeyecek kadar kalın bir çerçeve gibi gözüne oturuyordu. Aksini düşündürtmeyecek kadar zeki olan bu adam, bir kaç dakikalık zevki için harcadıklarının hesabını yapmayacak kadar bonkör, yatırımlarının karşılığını almadan bırakmayacak kadar da uyanık.

İlgi dediğin nedir bir susuz için? Yüzüne tükürsen de bir damla su ferahlığında sarhoş olabilir bir çaresiz. Çok rahat tersten okuyabilir hayatı. Çok rahat kandırabilir kendini. Hatta bunu öyle usta yapar ki ondan başka kurtuluşu kalmamıştır. Ve dönülmez akşamın ufku, çirkin ve geri dönüşsüz bir dünyaya açılabilir. Buluşmak için dörtgözle beklenen mekanlar mezara dönüşebilir.

Nasıl oldu düşünüyor şimdi. Ne zaman olduğu malum. Yattılar bir kaç kere. “Bağlanma bana” dediğini hatırlıyor çok net. Kulak ardı ettiğini de. Ama es geçtiği bir şey vardı. “Bağlanma” bir anahtardı ve o kapıya taktığı kilidi soktuğu an boşanmıştı üstüne karanlık bir odada ne varsa. Açılmayan telefonlar, saçma bahanelerle kendinden uzaklaşan adam, kırıcılığın dozunu arttırdıkça arttırdı. Zamanla tehditlere sığındı. Para bile teklif edildi. Para: sahte mutluluk gözlüğünü kıran en büyük balyoz. Kıskanırsa bana döner diye kucaktan kucağa attı kendini. Tanımadığı bedenlerde, tanımadığı ülkelerin sefilliğini gördü. Her yeni beden bir aynaydı ve aynaya her baktığında gördüğü manzara korkunçtu. Çırılçıplaktı ve yalnız... Anne ve babasından uzak yalnızlığı katmerlendi.

Kısacası yaşandı ve bitti “bir şey”. Neydi yaşanan, neydi biten, neydi tükenen, farkına varamayacak kadar hızla oldu herşey. Zarif bir koza, sefil bir posaya dönüştü. Kullanıldı ve atıldı. Gözleri boşluğu döven çaresiz genç bir yürek, derslerini boşladı önce. Heyecanla yaptığı her ilk beraberinde yeni bir yalanı doğurdu. Her yalan kendinden daha da uzaklaştırdığıdan masumiyetinin adresini bulamadı bir daha. Gece yarıları camlarda bekleyen babaannesi, korkularını anne ve babasına açtığında baskılar arttı. Okuldan gelen ihtarlar, cüzdanından çıkan prezervatifler, çekmecelere gizlenen markalı saatler karşısına tokat gibi çıktıkça yeni bir yalana sarıldı.

Babası çıktı geldi. Kavgalar, diretmeler, psikologlar, peşine adam takmalar, hapis hayatı... O böyle yaptıkça, babasından daha da soğudu. Çoğu soruda sessiz kaldı. Umarsızmışçasına omuz silkti. Onuru zedelenen babasından, bu taşra kasabasına hapsetmesinin intikamını aldığını bile düşündü. Üstelik babasına çok benzeyen bir adamla.

İntikam güzeldi. İntikam lezzetli. İntikam, gözü dönmüş bir hortumla savurdu onu hayatın dışına. Annesiyle babası artık bir araya geliyor her sene –ne mutlu- mezarının başında.

Süleyman
12 Ocak 2012 Perşembe

6 kelime, 1 öykü-6

ECELİ GELEN KÖPEK...

“kezzap, kimono, iguana, yosun, trafik ışığı, riyakarlık” herbirenk

Kezzap attım suratına. Oooh, iyi ettim vallahi. Siz olsanız benim yerimde, siz de atardınız, ne var ki bunda? Hepsine söyledim. Bütün uluslararası istihbarat örgütlerine... Hem de 100 kere. Belki de 1000... İlk günler saatlerce sorguladılar. İşkence ettiler. Dünyanın en azılı suçlusu olarak tutuklu olarak bekletiliyorum bu daracık hücrede. Ama neyse ki hücremde bir televizyon, sade bir yatak, tuvalet ve kitap var. Neymiş efendim iguana suratlı bir uzaylıya kezzap atamazmışım. Atarım ben. O da korkutmasaydı beni. Allah Allah!

Hem... hem, ben onu kimono giymiş, başına yosun koymuş bir çocuk sandım. E cadılar bayramında herkes öyle giyinir. Öyle değil mi? Mike mesela... Mini etekli ve elinde penis şeklinde bir enjektör olan hemşire olmuş ve maske takmıştı geçen seneki bayramda. Tamam tamam bunu duymak istemiyorsunuz. Ama bu absürd kıyafetleri anlatmazsam anlayamazsınız ki... Neden anlamak istemiyorsunuz beni? Daha Sherlyn’den bahsetmedim bile hiç. Hep hikayemin bu kısmına gelince susturuluyorum. Lanet uzaylı! Beter olsun! Erimişmiş... Yok DNA’sına, bokuna püsürüne bakacaklarmış da, bilim adına yazık etmişim de... Bana ne? Korktum attım can havliyle.

Bütün televizyonlar benim peşimde. CNN, tutup en çirkin resmimi kullanıyor haberlerde. Bir kere ben o gün hastaydım. Trafik ışığında hasta ve dalgın dalgın yürürken, araçlara yeşil ışığın yandığını görmeyip atılmışım yürümeye. E pantolonumun düğmelerini ilikliyordum. Kabul, meydandaki göbeğin içindeki çalılara işememeliydim. Hastaydım diyorum kaç kere diyeceğim, çalılıkların üstünde devlet başkanının heykeli varmış ne bileyim? Ama insan bu kadar utandırılmaz ki. MOBESE kameraları çekmiş resmimi. Manşet olmuşum. Hah! Çok da umrumdu. Herkeste var bendekinden. Ama burada kızdığım polisler değil, gazeteciler. Tutup yüzümü kapatacaklarına penisimi kapatmışlar. Kafalarına göre de bir manşet: ECELİ GELEN KÖPEK... Akılları sıra ironi yapıp beni afişe edecekler. Riyakarlar! Geçen sene öyle dememiştiniz ama. O fotoğrafımı koysaydınız ya. Yere göğe sığdıramamıştınız beni.

E Greenpeace örgütü üyeliğimi kabul etmeyince bağımsız bir aktivist olmaya karar vermiştim. O sene barış konulu eylemler modaydı. Hayır, ben pek takip etmem modayı ama o sene hırs yapmıştım işte. Greenpeaceçilerin hepsi avucunu yalamıştı. Uluslararası konferans için gelecek devlet başkanına yapılacak olası suikast için günlerce hazırlık yapmış, önlemler almışlardı. Hahay! Bana işlemez. Ayakkabı fırlatma yapılmıştı daha önce. Zaten yalınayak alınmıştık konferans salonuna. Ne attığımı söylemeyeyim şimdi. Ayıp kaçar. E benim de kendime göre bir ahlak anlayışım var sonuçta.

Haa ne diyordum? Kezzabı nerden buldun diyeceksiniz uzaylıya atacak. E kezzapsız gezmem ki ben. Takıntılıyım. Kezzaptan iyi ne çıkarır lavabodaki sümükleri? Bir kere, onun o fışır fışır halleri oldukça etkileyicidir. Oturup saatlerce seyret. Ne yapayım günbatımını.

O gün de yine elimde kezzabımla markete çekirdek almaya gidiyordum. Ödümü kopardı be! Önüme aniden çıkıverdi. İnsan öyle mi çıkar? İnsan demişim, anlayın işte... Uzaylı da olsa bu işin bir adabı var. Yavaşça insene dünyaya. Hiç mi Hollywood filmi izlemedin?
Neyse bu konudan daha fazla bahsetmek istemiyorum. Uykum var. Tekrar söylüyorum: hak etmişti. Az bile yaptım. İnsanlığın utanç müzesine koyacaklarmış boş kezzap şişesini. Kıçınıza sokun! Hah bunu da söylettiniz sonunda. Aaaa...


Süleyman
21 Mart 2011 Pazartesi

Bi gıdım saygımız vardı onu da yok ettiniz!

Yok! Size demiyom. Basına diyom. 1.5 ay Defne ile donattınız internetteki son dakika manşetlerini. Özel hayatıdır karışmayalım dedik ama ne mümkün! Kocaman manşetlerle devasa balonlar yarattınız. Merak ettik haliyle. Tıkladığımızda bizimle dalga geçer gibi eften püften bilgilerle şişirmiştiniz. "Nice kadınlar sevdim aslında yoktular" gibi bir durum doğdu. O balonlar yüzünden insanlar töhmet altına girdi.

Şimdi aynı şeyi İbrahim Tatlıses için yapıyorsunuz. Bi gıdım saygımız vardı onun da içine ettiniz. Aslında size küfretmek isterken Defne ile İbo'ya küfrettik.
İbo uyanır uyanmaz ne dedi? DANNNNNNNNN!
Tıkla: İyiyim.
Doktorları yeni bir açıklama yaptı! DANNNN!
Tıkla: Meditasyon CD'si dinletiyoruz.
Nedir bu şimdi? Bu kadar da geri zekalı durumuna sokulur mu insan? Biz mi geri zekalıyız siz mi?
12 Şubat 2011 Cumartesi

6 Kelime 1 Öykü (5)

tartı-güruh-esrik-ardıç-günlük-resital


Günlük;

Sevgili günlük;
Bugün çok güzel bir haberim var. Evlendim. Aslında her şey çoktan bitti. Uzun zamandır yazmadım.  İhmal etmek durumunda kaldım malum sevgilimle uzun vakitler oldukça harika yerlere gittik.

En son bir resitale gitmiştik. Sanırım oradan itibaren yazmayı kestim. Çalan şarkıyı bana armağan etti ve oracıkta diz çöküp bana yüzüğü gösterince ne yapacağımı bilemedim. Ayağa kalkması için elinden tuttum ama o sırada duygulandım ve işte orada bana bunu sordu “sevgilim, biriciğim seni çok seviyorum biliyorsun. Şimdi sana soruyorum hayatının sonuna kadar benimle birlikte olmak ister misin? Benimle evlenir misin?” keşke günlük dilin olsa sana yüklediğim bu anılara göre yorum yapabilsen keşke günlük. İri güzel gözlerini bana dikmiş bakıyordu. “evet” dedim. Herkes alkışladı sanki resital bitmiş tiyatro başlamıştı.

Çok güzel bir anıydı. Yüzüğümü taktığım anı asla unutamıyorum. Düğün planlamasını yapmak oldukça uzun bir süreçti. Benimkiler sevgilimin ailesi bu konularda tartışıp istediklerini yaptırmaya o kadar heveslilerdi ki köy düğünü yâda salon düğünü gibi istemiyorduk ikimizde ama aileler gelenek görenekler olsun istiyorlardı.  Uzun bir süreçti. Karar vermek zor oldu.

Gelenek ve görenekleri severim ama ne sevgilime nede bana masraf çıkmasını istemediğimiz için bir kır düğünü programladık. Deniz kenarında oldukça güzel bir yerde arkadaşımızın yeri vardı konuştuğumuzda seve seve yapabiliriz dedi.  Onun yerinde ardıç ağaçları süslemelerinden, flamalara, yemek yerlerinden, masa planlamalarına kadar her şeyi planladık. Nikâh törenini günbatımı saatine denk getirecek ve daha da görkemli olması sağlayacaktık.

Esrik  olmuştuk. Düğün günü geldiğinde heyecandan mutluluktan ellerimiz ayaklarımız dolanmıştı. Ben hiçbir zaman gidip görmedim düğünün ve nikahın yapılacağı mekanı. Arkadaşıma ve sevgilime güveniyordum. Babamla oraya geldiğimde büyülenmiştim. Orta yol gülle kaplanmıştı. Işıklandırma harikaydı. Konuklar tam istenilen yerde toparlanmış böylece düğünün her saniyesi mükemmel bir şekilde izlenebilecekti. En yakın arkadaşım koşturarak yanıma geldi ve elinde tuttuğu iğneyi omzumun köşesine taktı. Çok hoş bir nazar boncuğuydu. “şans için tatlım bu arada sana ayna tuttular mı hiç?” kulağıma yaklaşarak “tam bir perisin şuan elinde asan eksik. Bu arada okuldaki güruh ta şu köşeye geldi sana bu paketi toplu şekilde vermemi istediler aç hadi” dedi. Köşeye baktığımda okuldaki kızları gördüm hepsi gülümsediler bana. Paketi açtığımda içinden bir bebek tartısı çıktı. İlk hediyemi almıştım. “ama bu bu ülkede yoktu” dedim heyecandan “bunu kabul edemem bu bu..” “şişş bu senin düğünün ve bütün hediyeleri kabul etmek zorundasın şimdi git ve şu erkeğini kap bak bir sürü kız var yoksa kaptıracaksın.” Dedi gülerek. Çok utanmıştım. Onu görmeliydin günlük. O kadar yakışıklıydı ki. Uzaktan adeta bir prens gibi gözüküyordu. Elimi tuttu ve “hadi evlenelim” dedi. Güldük beraber ve masaya doğru yürük marş eşliğinde. Herkes bize bakıyordu. Nikah memurunun konuşmaları bittiğinde ve biz imzalarımızı attıktan hemen sonra öptü beni. Alkış eşliğinde dansımızı yaptık. Kulağıma seni seviyorum diye fısıldadı.

Çok mutluyum sevgili günlük çok.
31 Ocak 2011 Pazartesi

6 kelime 1 öykü

"tartı-güruh-esrik-ardıç-günlük-resital" aynadakiaksim
İÇİMDEKİ ARDIÇ AĞACI
Tartıya çıktım. İbre 85'e vurdu, salındı, 85.2'de durdu. Canım sıkılmıştı. Neredeyse bir ay olmuştu ama hiç bir ilerleme kaydedememiştim. Gidip buzdolabını açtım. Canım çok sıkılır ve hep buzdolabının başında alırım soluğu. Ne aradığımı bilmeden baktım her zamanki gibi. İki dakika sonra alarm zili çalınca kapağına koyduğum kepekli bisküvilerden aldım, kapattım.

Gidip günlüğümü açtım. Yazı masamdaki şekerlerden attım ağzıma. 20 gün öncesinden bugüne sayfalara göz attım, gram gram acılarımı yazmak daha da yaktı canımı. "Esrik bir kuştur ruhum." yazdım, kapattım. Bugün kilo vermek için çektiğim ızdıraplarımdan bahsetmek istemedim. Zaten ne zaman yazsam rahatlıyor, ne zaman okusam yakma ya da yırtma ihtiyacı duyuyorum. Son 26 günlük sayfalar rejim için kendimle olan savaşlarımı anlattığından haçlı seferlerini anlatan tarih kitabına dönmüştü. Öyle bir nefs savaşıydı ki, düşmanı kendisi olan ordular, güruh halinde üstüme geliyordu. Belki de obez ruhumu şişmanlaya şişmanlaya örtmeye çalıştığı ilk sayfalara gitsem yetecekti ama gitmedim. O acıyla yüzleşmekten hep kaçmıştım. Yine kaçtım.

Sonra yatak odasına geçtim, nota defterimi açtım. Notaları takip ettim, inişli çıkışlı arpajlar, zayıflayıp şişmanlayan gövdemin özeti gibiydiler. Kemanıma dokundum. Resitalime 4 gün kalmıştı ve onca parayı bayıldığım siyah elbiseme bu kiloyla sığmam imkansız olduğu için canım fena sıkıldığından kapadım. Sonra, resitalde notaları karıştıracağım sancısı gelip inatçı bir öküz gibi göğsüme oturdu kaldı. Gidip televizyon açtım. Bisküvilerimden ve sehpadaki cipslerden atıştırdım. Beynim saçma programların beşiğinde kuru ninnilerle uyuştu. Ama aklıma kilolarım ve resital geldikçe içimde bir şeyler cız etmiyor değildi.


Kalktım, camın kenarına gittim. Bahçedeki ardıç ağaçlarının çirkin gövdelerine baktım. Ne kadar yaşlı, eğik ve çirkindiler. "Benim gibi..." diye mırıldandım kendi kendime. Bu ardıçları niye dikmişler sahi buraya? İnsan çirkinliği seyretmeyi niye sever? Gittim bilgisayarı açtım. Ardıç yazdım. Bir sürü şey çıktı ama aradığımı bulmakta zorlanmadım.


"Ortaçağda her derde deva olarak bilinen ardıç meyvası yendiğinde idrar, menekşe kokusu aldığından, eskiden Romalı kadınlar tarafından çok kullanılırdı. Yine bu çağlarda cadılardan korunmak maksadıyla yazlık evlerin önlerine dikilmiştir. Yine aynı inanışa göre cadı ardıç yapraklarını saymayı başarırsa eve girebiliyordu. Bunu önlemek için elden geldiğince çok ardıç ekilirdi." diyordu. Evimde bir cadı vardı: Ben! İçimde de bir ardıç ağacı. O yüzden nefret ettim kendimden.


Sonra gidip soyundum. Tekrar çıktım tartıya. Gözüm, karşımdaki boy aynasına takıldı. Yaşlı ve çirkin gövdeme. Kilo alıp vermekten sarkmış etlerimi oralarından buralarından çekip zayıf görünmeye çalıştım. Aklıma korsem geldi. Gidip gardolabımdan korsemi buldum. Kan ter içinde girdim içine. Nefes almam zorlaşmıştı ama elbiseyi denemem şarttı. Salak kız nasıl da "Bu size biraz dar efendim isterseniz bir büyük bedenini verelim!" deyivermişti. Nasıl da ağzının payını vermiştim... Gereksiz gururum nasıl da girmişti devreye... Değiştirmeye gitmem demek o kızın aşağılayıcı bakışlarına maruz kalmak demekti.


Elbiseyi giydim usul usul. Dikişlerini patlatmamaya çalışarak. Olacaktı bu iş olacak! Yan fermuarının % 75'i kapanmıştı. 3 kilo versem yetecekti. Aklıma en kolay yol geldi. Koşarak tuvalete girip elimi gırtlağıma soktum. Ağzımın etrafını bile temizlemeden tartıya çıktım: 84,6. Demek 600 gram farkettiriyordu. Dörtle çarptım 2.4 kilogram. Yüzüme sırıtkan bir gülüş yapıştı. Aynaya baktım. Ağzımdan salyalar akan korkunç cadıyı sobeledim.


Böylece dört günüm buzdolabı-televizyon-tuvalet-tartı arasında geçti. Alkışlar içinde sahneye çıktığımda allegro çalmam gereken parçayı bal gibi de andante çalmıştım. Bilgili seyirciler farketmişti belki ama ön sıralardakilerle gözgöze geldiğimizde kızgınlık yerine acıma gördüm. Gözyaşlarımı sildim. Ellerim simsiyah rimel içindeydi. İçimde yapraklarını dökmüş çıplak bir ardıç ağacı hâlâ, ilkbahara inat hüzünlü şarkısını söylüyordu. / Kremkaramel

 
Copyright 2009 2kalemsorler