31 Ocak 2011 Pazartesi

Altı kelime bir öykü (4)


mayonez, hız, projeksiyon, gelinlik, süzgeç, ayakkabı boyası

KIR DÜĞÜMÜ

Konvoy dönemeci büyük homurtuyla dönerken, tirfil tarlasında otlayan inekler umarsızca başlarını çevirip baktılar. Tepenin üstünde beyaz bulutlar yumuşak minderler gibi pufur pufur kabartılmış düşleri buyur ederken, yol kenarındaki ahlat ağacı gelin gibi bembeyaz çiçeğe boyanmıştı. Pastoral tabloya post modern boya fırlatan bir ressam gibi motorsikletin girişi dinginliğe dolu yağdırdı.

Konvoyun önünde giden motorsikletli, Cefi, hızını arttırdıkça arkasındaki Tanya, bir eliyle duvağını, bir eliyle Cefi’yi tutarak çılgınca bağırıyordu. Gelinliğin makasla kesilmiş etek uçları ise pat pat dövünerek bayrak gibi neşeyle el çırpıyordu. Cefi'nin smokininin üstüne giydiği deri montun tezatlığını, yine henüz ayakkabı boyası görmemiş motorsikletçi çizmeleri tamamlıyordu. Derken dönemeçten çelik parlaklığı ile göz kamaştıran diğer motorsikletliler fırladı. Yol kenarlarındaki gelinciklerden üç günlük olanları motorların yarattığı dalgayla taç yapraklarını konfeti gibi yola yağdırdı.

Topluluk az ileride büyük çınarların önünde durdu. Bir hizaya getirdikleri motorlarını parkedip neşeyle avlulu çiftlik evinden içeri girdiler. Çınarın dallarına kağıt fenerler asılmış, altına 20-30 tane sandalye ve 5-10 masa atılmıştı. Papatyaların gamzeler halinde açtığı bahçenin içinde bir ördek sürüsü gezinmekte idi.

Gelin ve damat adayının aksine diğerleri spor kıyafetlerinden vazgeçmemişlerdi. Kasklarını çıkarıp başlarını sallayarak saçlarını açan kızlardan küçük birer öpücük alan kalın enseli ve göbekli erkekler gerinerek kaslarını açıyorlardı. İkisi üçü, “Arada seni nasıl geçtim ama…” gibisinden sohbetlere girmişken, Eylem, Evin’e “Kır düğünü fikri ne hoş, kim akıl etti bunu baba yaa?” diye soruyordu. “Cefi’nin bana söylemesi yetti. Hava durumuna bakıp projeksiyon yapmaktı en zoru. Bugün kesinlikle çok güzel olacakmış hava.Yemekler ve pasta da ayarlandı.”
“Onu nasıl ayarladın, gelmeden?” diye hayretle sordu.

“Cefi’nin zeytinliğinin kahyası var ya, karısı köyde bir şeyler yaptıracaktı işte.” dedi keyifle.

“Hah işte bak geliyor. Leyla teyze?”

“Hoşgelmişsin hanım gızım. Sofrayı kurdurdum, yemeklee de gelcek arkadan.”

“Bir aksilik çıkmasın da…”

“Eee herşey Allahtan… Allah başka türlü keder vermesin gaari, naapçaan kızım.”

Yan flütünü çıkaran Aslı’ya, Talin kemanıyla eşlik ederken, çınardaki serçeler çıkan melodiye eşlik ederek senfonileştiriyordu. Tanya, Cefi’nin gözlerine neşeyle bakıp “Herşey ne kadar güzel…” dedi.

Sözlerini tamamlamasından 10 dakika sonra Nisan yağmuruyla göz makyajı zebralar gibi yanaklarını boyarken, misafirler çınarların altına ya da küçük bağ evine zor sığınmıştı. Otururken eline kıymık batan köy kahvesi sandalyeleri ıslanmış, dingildeyen masaların üstüne ağaçtan tırtıllar düşmüş, yerler vıcık vıcık çamur olmuştu. Ağacın dallarına asılan fenerlerin içinen su damlıyordu ve kısa devre yüzünden bir facianın eşiğinden dönülmüştü.

Acıkmış olan kalabalık homurdanırken, bir delik ve iki taştan ibaret bağevinin yanındaki dermeçatma tuvalet kıymete binmiş, kızlar kuyruk olmuştu. Çekmeyen cep telefonlarından dolayı her taraftan “Şittt!” sesleri geliyordu. Bir kaç gün önceden tarlaya dökülen gübre ile ördeklerin yıkandığı küçük havuz ağır kokusuyla rahatsız edici duruma gelmişti.

Eylem’in organizatör olarak olaya el atması gerekmişti. Traktörle köyden yemek ve pastanın çoktan gelmesi lazımdı.

Derken Traktörle getirilen kasaba pastanelerinde yapılan pastanın içi dışına çıkmış, yemeklerin içine de su dolmuştu. Yapılacak tek şey kalıyordu geriye. En yakın köyden yemeklik bir şey almak.

En kısa sürede ne pişirebiliriz diye sordu Leyla Teyze’ye. Leyla teyze: “Valla gızım gendü evim olsa hamur kızartıveridim hemencecik ama burda mutfakta bişiiciklee yok ki… Ben de bilemedüm gaari.

“O zaman biz Tibet’le köy bakkalına gidelim bakalım, ne bulabiliriz.”

Motoru çalıştırsalar da çamurlu hendeği geçmek mümkün olmamıştı. Traktörden başka çıkar yolları kalmadı.

….

Bakkalda sağa sola bakınan Eylem, makarnadan başka bir şey bulamadı. Yoğurt ve peyniri kendileri yaptığından kimse bakkaldan öyle şeyler de almıyordu. Ketçap ve mayonez bakındılar. Tarihi geçmiş ketçapların sirkeleşmiş kokusundan dolayı koklayıp yerine geri koydular. Çaresiz 10 paket makarna ve 2 paket tuzla döndüler geri.

Bağ evinin ocaklığında ateş yakılmış, üstünde su kaynarken, insanlar Leyla teyzenin yaydığı döşekler üzerine serilmiş ısınmaya ve uyumaya çalışıyorlardı. Kadıncağız orta yere bir sofra örtüsü sermiş, şekerlenmiş ayva reçelinden şerbet yapmış onu dağıtıyordu.

Kaynayan suya aceleyle attılar makarnaları. Aç kurtlar gibi bakan kalabalıktan bir alkış koptu.

Akıl etmedikleri şeyi farkettiklerinde ağlamak üzereydi eylem: süzgeç! Ağzından gayriihtiyari şu sözcük döküldü: “Çok geç!”

Leyla teyze görmüş geçirmiş kadın. “Üzülme gızıım!” dedi. “Ben şincik bakarım çaresine!”

Iştahla herkes yemeğine ve şerbetine sarıldığında doyan karınlar aynı cümlelere gebeydi: “Hayatımda böyle lezzetli makarna yemedim”

Eylem, makarnayı süzgeçsiz yapmayı başaran Leyla teyzeye yaklaşıp sordu, "Süzgeçsiz nasıl becerdin?"

“Eskiden süzgeç mi vaadı a gızım, sepetten süzüveedim.”
Kremkaramel

1 yorum:

HerbiRenk dedi ki...

çok sıcak bir öykü olmuş:) ve gerçekten hayal gücünüzü takdir ettim :))

Kelimeler insanı sınırlarken, yazacağın öykünün özgürlüğü aynı hayat gibi kurallar var ama özgürsün çok sevdim ben bu işi:)

eline yüreğine sağlık

 
Copyright 2009 2kalemsorler