Bi gıdım saygımız vardı onu da yok ettiniz!
Şimdi aynı şeyi İbrahim Tatlıses için yapıyorsunuz. Bi gıdım saygımız vardı onun da içine ettiniz. Aslında size küfretmek isterken Defne ile İbo'ya küfrettik.
İbo uyanır uyanmaz ne dedi? DANNNNNNNNN!
Tıkla: İyiyim.
Doktorları yeni bir açıklama yaptı! DANNNN!
Tıkla: Meditasyon CD'si dinletiyoruz.
Nedir bu şimdi? Bu kadar da geri zekalı durumuna sokulur mu insan? Biz mi geri zekalıyız siz mi?
6 Kelime 1 Öykü (5)
6 kelime 1 öykü
İÇİMDEKİ ARDIÇ AĞACI
Sonra yatak odasına geçtim, nota defterimi açtım. Notaları takip ettim, inişli çıkışlı arpajlar, zayıflayıp şişmanlayan gövdemin özeti gibiydiler. Kemanıma dokundum. Resitalime 4 gün kalmıştı ve onca parayı bayıldığım siyah elbiseme bu kiloyla sığmam imkansız olduğu için canım fena sıkıldığından kapadım. Sonra, resitalde notaları karıştıracağım sancısı gelip inatçı bir öküz gibi göğsüme oturdu kaldı. Gidip televizyon açtım. Bisküvilerimden ve sehpadaki cipslerden atıştırdım. Beynim saçma programların beşiğinde kuru ninnilerle uyuştu. Ama aklıma kilolarım ve resital geldikçe içimde bir şeyler cız etmiyor değildi.
Kalktım, camın kenarına gittim. Bahçedeki ardıç ağaçlarının çirkin gövdelerine baktım. Ne kadar yaşlı, eğik ve çirkindiler. "Benim gibi..." diye mırıldandım kendi kendime. Bu ardıçları niye dikmişler sahi buraya? İnsan çirkinliği seyretmeyi niye sever? Gittim bilgisayarı açtım. Ardıç yazdım. Bir sürü şey çıktı ama aradığımı bulmakta zorlanmadım.
"Ortaçağda her derde deva olarak bilinen ardıç meyvası yendiğinde idrar, menekşe kokusu aldığından, eskiden Romalı kadınlar tarafından çok kullanılırdı. Yine bu çağlarda cadılardan korunmak maksadıyla yazlık evlerin önlerine dikilmiştir. Yine aynı inanışa göre cadı ardıç yapraklarını saymayı başarırsa eve girebiliyordu. Bunu önlemek için elden geldiğince çok ardıç ekilirdi." diyordu. Evimde bir cadı vardı: Ben! İçimde de bir ardıç ağacı. O yüzden nefret ettim kendimden.
Sonra gidip soyundum. Tekrar çıktım tartıya. Gözüm, karşımdaki boy aynasına takıldı. Yaşlı ve çirkin gövdeme. Kilo alıp vermekten sarkmış etlerimi oralarından buralarından çekip zayıf görünmeye çalıştım. Aklıma korsem geldi. Gidip gardolabımdan korsemi buldum. Kan ter içinde girdim içine. Nefes almam zorlaşmıştı ama elbiseyi denemem şarttı. Salak kız nasıl da "Bu size biraz dar efendim isterseniz bir büyük bedenini verelim!" deyivermişti. Nasıl da ağzının payını vermiştim... Gereksiz gururum nasıl da girmişti devreye... Değiştirmeye gitmem demek o kızın aşağılayıcı bakışlarına maruz kalmak demekti.
Elbiseyi giydim usul usul. Dikişlerini patlatmamaya çalışarak. Olacaktı bu iş olacak! Yan fermuarının % 75'i kapanmıştı. 3 kilo versem yetecekti. Aklıma en kolay yol geldi. Koşarak tuvalete girip elimi gırtlağıma soktum. Ağzımın etrafını bile temizlemeden tartıya çıktım: 84,6. Demek 600 gram farkettiriyordu. Dörtle çarptım 2.4 kilogram. Yüzüme sırıtkan bir gülüş yapıştı. Aynaya baktım. Ağzımdan salyalar akan korkunç cadıyı sobeledim.
Böylece dört günüm buzdolabı-televizyon-tuvalet-tartı arasında geçti. Alkışlar içinde sahneye çıktığımda allegro çalmam gereken parçayı bal gibi de andante çalmıştım. Bilgili seyirciler farketmişti belki ama ön sıralardakilerle gözgöze geldiğimizde kızgınlık yerine acıma gördüm. Gözyaşlarımı sildim. Ellerim simsiyah rimel içindeydi. İçimde yapraklarını dökmüş çıplak bir ardıç ağacı hâlâ, ilkbahara inat hüzünlü şarkısını söylüyordu. / Kremkaramel
6 Kelime 1 Öykü (4)
Altı kelime bir öykü (4)
KIR DÜĞÜMÜ
Konvoy dönemeci büyük homurtuyla dönerken, tirfil tarlasında otlayan inekler umarsızca başlarını çevirip baktılar. Tepenin üstünde beyaz bulutlar yumuşak minderler gibi pufur pufur kabartılmış düşleri buyur ederken, yol kenarındaki ahlat ağacı gelin gibi bembeyaz çiçeğe boyanmıştı. Pastoral tabloya post modern boya fırlatan bir ressam gibi motorsikletin girişi dinginliğe dolu yağdırdı.
Konvoyun önünde giden motorsikletli, Cefi, hızını arttırdıkça arkasındaki Tanya, bir eliyle duvağını, bir eliyle Cefi’yi tutarak çılgınca bağırıyordu. Gelinliğin makasla kesilmiş etek uçları ise pat pat dövünerek bayrak gibi neşeyle el çırpıyordu. Cefi'nin smokininin üstüne giydiği deri montun tezatlığını, yine henüz ayakkabı boyası görmemiş motorsikletçi çizmeleri tamamlıyordu. Derken dönemeçten çelik parlaklığı ile göz kamaştıran diğer motorsikletliler fırladı. Yol kenarlarındaki gelinciklerden üç günlük olanları motorların yarattığı dalgayla taç yapraklarını konfeti gibi yola yağdırdı.
Topluluk az ileride büyük çınarların önünde durdu. Bir hizaya getirdikleri motorlarını parkedip neşeyle avlulu çiftlik evinden içeri girdiler. Çınarın dallarına kağıt fenerler asılmış, altına 20-30 tane sandalye ve 5-10 masa atılmıştı. Papatyaların gamzeler halinde açtığı bahçenin içinde bir ördek sürüsü gezinmekte idi.
Gelin ve damat adayının aksine diğerleri spor kıyafetlerinden vazgeçmemişlerdi. Kasklarını çıkarıp başlarını sallayarak saçlarını açan kızlardan küçük birer öpücük alan kalın enseli ve göbekli erkekler gerinerek kaslarını açıyorlardı. İkisi üçü, “Arada seni nasıl geçtim ama…” gibisinden sohbetlere girmişken, Eylem, Evin’e “Kır düğünü fikri ne hoş, kim akıl etti bunu baba yaa?” diye soruyordu. “Cefi’nin bana söylemesi yetti. Hava durumuna bakıp projeksiyon yapmaktı en zoru. Bugün kesinlikle çok güzel olacakmış hava.Yemekler ve pasta da ayarlandı.”
“Onu nasıl ayarladın, gelmeden?” diye hayretle sordu.
“Cefi’nin zeytinliğinin kahyası var ya, karısı köyde bir şeyler yaptıracaktı işte.” dedi keyifle.
“Hah işte bak geliyor. Leyla teyze?”
“Hoşgelmişsin hanım gızım. Sofrayı kurdurdum, yemeklee de gelcek arkadan.”
“Bir aksilik çıkmasın da…”
“Eee herşey Allahtan… Allah başka türlü keder vermesin gaari, naapçaan kızım.”
Yan flütünü çıkaran Aslı’ya, Talin kemanıyla eşlik ederken, çınardaki serçeler çıkan melodiye eşlik ederek senfonileştiriyordu. Tanya, Cefi’nin gözlerine neşeyle bakıp “Herşey ne kadar güzel…” dedi.
Sözlerini tamamlamasından 10 dakika sonra Nisan yağmuruyla göz makyajı zebralar gibi yanaklarını boyarken, misafirler çınarların altına ya da küçük bağ evine zor sığınmıştı. Otururken eline kıymık batan köy kahvesi sandalyeleri ıslanmış, dingildeyen masaların üstüne ağaçtan tırtıllar düşmüş, yerler vıcık vıcık çamur olmuştu. Ağacın dallarına asılan fenerlerin içinen su damlıyordu ve kısa devre yüzünden bir facianın eşiğinden dönülmüştü.
Acıkmış olan kalabalık homurdanırken, bir delik ve iki taştan ibaret bağevinin yanındaki dermeçatma tuvalet kıymete binmiş, kızlar kuyruk olmuştu. Çekmeyen cep telefonlarından dolayı her taraftan “Şittt!” sesleri geliyordu. Bir kaç gün önceden tarlaya dökülen gübre ile ördeklerin yıkandığı küçük havuz ağır kokusuyla rahatsız edici duruma gelmişti.
Eylem’in organizatör olarak olaya el atması gerekmişti. Traktörle köyden yemek ve pastanın çoktan gelmesi lazımdı.
Derken Traktörle getirilen kasaba pastanelerinde yapılan pastanın içi dışına çıkmış, yemeklerin içine de su dolmuştu. Yapılacak tek şey kalıyordu geriye. En yakın köyden yemeklik bir şey almak.
En kısa sürede ne pişirebiliriz diye sordu Leyla Teyze’ye. Leyla teyze: “Valla gızım gendü evim olsa hamur kızartıveridim hemencecik ama burda mutfakta bişiiciklee yok ki… Ben de bilemedüm gaari.
“O zaman biz Tibet’le köy bakkalına gidelim bakalım, ne bulabiliriz.”
Motoru çalıştırsalar da çamurlu hendeği geçmek mümkün olmamıştı. Traktörden başka çıkar yolları kalmadı.
….
Bakkalda sağa sola bakınan Eylem, makarnadan başka bir şey bulamadı. Yoğurt ve peyniri kendileri yaptığından kimse bakkaldan öyle şeyler de almıyordu. Ketçap ve mayonez bakındılar. Tarihi geçmiş ketçapların sirkeleşmiş kokusundan dolayı koklayıp yerine geri koydular. Çaresiz 10 paket makarna ve 2 paket tuzla döndüler geri.
Bağ evinin ocaklığında ateş yakılmış, üstünde su kaynarken, insanlar Leyla teyzenin yaydığı döşekler üzerine serilmiş ısınmaya ve uyumaya çalışıyorlardı. Kadıncağız orta yere bir sofra örtüsü sermiş, şekerlenmiş ayva reçelinden şerbet yapmış onu dağıtıyordu.
Kaynayan suya aceleyle attılar makarnaları. Aç kurtlar gibi bakan kalabalıktan bir alkış koptu.
Akıl etmedikleri şeyi farkettiklerinde ağlamak üzereydi eylem: süzgeç! Ağzından gayriihtiyari şu sözcük döküldü: “Çok geç!”
Leyla teyze görmüş geçirmiş kadın. “Üzülme gızıım!” dedi. “Ben şincik bakarım çaresine!”
Iştahla herkes yemeğine ve şerbetine sarıldığında doyan karınlar aynı cümlelere gebeydi: “Hayatımda böyle lezzetli makarna yemedim”
Eylem, makarnayı süzgeçsiz yapmayı başaran Leyla teyzeye yaklaşıp sordu, "Süzgeçsiz nasıl becerdin?"
“Eskiden süzgeç mi vaadı a gızım, sepetten süzüveedim.”
Kremkaramel
evet hadi bakalım pamuk eller beyne
6 Kelime 1 Öykü (3)
6 KELİME 1 ÖYKÜ (3)
KARASEVDA
I.
Etrafına bakındı. Köy karanlık ve sessiz görünüyordu. Hayriagaların iti uzaktan kesik kesik havlarken, cırcır böcekleri sıcağı baklava gibi enine boyuna doğruyordu. Köy yerine nadir geldiği zamanlardandı. Aylar boyu bu hayali kurmuştu. Kalbi yanlış viteste giden külüstür gibi gürültüyle çarpıyordu. Ne olursa olsun dedi ve pustuğu yerden kalktı...
II.
Annesi kendisini doğururken ölmüş, üvey ana elinde süründükten sonra, ilkokul 2. sınıfta iki kere kaldı diye babası tarafından, Hıdır Emmi'nin yanına katılmıştı Kamil. Köyden çıkıp Sövendiri sırtlarını tırmandın mıydı karşınıza çıkar ağıl. Ahan da orada koyunların yanındaki damda yatacaktı artık Kamil.
Hıdır Emmi başçobandı, kendi babasından daha baba olmuştu ona. Kesik kulaklı yaşlı Sivas kangalından biri, sürünün çırpı bacaklı oğlağı gibi sevmişti, bu yarım akıllı oğlanı.
Günler günleri kovaladı, leylekler damın bacasını 15 kez yuvaladı. Kamil'in kamışına su yürüdü, kırlardaki çalı dipleri dölüyle çağıldadı. Kurda bıçak çekti, uçağa selam çaktı, her kuytuya kargı dikti. Dağda mantar közledi, çakısını kayayla biledi, çiçeği gönülgözüyle dinledi. Bayramlarda zorla Hıdır Usta, oğlanı babasının elini öpmeye köye yolladı. İşte Mürüvvet'i son bayramda gördü Kamil. Gördü de ne yanına gitti, ne konuştu, ne adını sordu. Bir ara dışarı çıkıp, mutfağın camından baktı yalnızca. Apti'nin getirdiği dondurmayı yalarken izledi Mürüvveti. Gördüğü an içine saplandı kaldı karasaban.
Yabanoğlan derlerdi köyde ona. "Gördünüz mü Mırtazanın kepçekulak Yabanoğlanı köye gelmiş?" Kulağıyla duyardı dediklerini de susardı. Yaban olmayı kabul etmezdi Kamil. Çünkü içini yarsanız, hayat içinden berrak bir su gibi akıp gider, o suyu içmeye bile kıyamaz saf sevgiyle bakardı. Kahvenin önünden geçerken yabanoğlanlık dokunulmazlık zırhı gibi atılan lafların sivri uçlarını yuvarlardı.
III.
"Sevdalı mısın lan?" dedi Hıdır Emmi. Ne de olsa genç olmuştu, halden anlardı. Sessiz oğlan dalıp dalıp gidiyor, rüzgarsız uçurtma gibi bıraktığı yerde duruyor, koyunlar köy malına epeyce zarar veriyordu. Cevap vermedi Kamil. Yine sustu. Yine yutkundu büyük bir sevdayı. Mürüvveti gördüğü gün karasabanın sürdüğü bir evlek tarlasındaki filizlenen karasevdayı. Taç yapraklarını sevdiği gelincikleri okşayıp, istedi çok. Ne olursa olsun dedi, canına yandığımın... dedi, isteyemem dedi, dönderdi, akıttı, boşalttı, içindeki arsız yılana söz dinletemedi ve bir gece...
IV.
"Bismillah!" dedi kalktı Burunsuz Musa, camın şangırtısına. Uçkurunu bağladığı gibi ayaklandı, koştu cama. Çiftesini aldı fırladı sokağa. Gözünü kıstı. Hızla dışarı yöneldi gibi geldi karaltı. Musa, emindi caminin gölgesine saklanan karaltının insan olduğuna. Hatta bir değil iki kişi gibiydiler. "Kimdir o?" diye ünledi. Gölgenin içinde gölge nefes nefese bir kaç kez kımıldandı. Yaklaştı Musa. Gölge hışır hışır hışırdandı. "Vururum ulan çık ortaya!" dedi. Şadırvanda bu ses bir kaç kez yankılandı. Ay buluttan boşandı, fişek namludan. Meçhul gölge dalga dalga yere uzandı. Beyaz ağzından oluk oluk kan boşandı. Jandarma, on dakikaya varmadan toz duman içinde camiye damladı.
V.
Olay mahallindeki delilleri toplayıp, rapor ettiler savcıya. Gün ağardı. Köy tuhaf hikayelerle avkalandı. Karasevda, Kamil Oduncu ve kanlı dondurma kağıdı olarak geçti suç dosyasına.
KREMKARAMEL
Kelimelerden taç örmek...
6 Kelime 1 Öykü (2)
6 KELİME-1 ÖYKÜ (2)
"süet, kapşon, zargana, ada, asansör, üniforma"
Kuyruktan sabırsızca geçen kapşonlu, arkasından seslenen görevlilere ve göstergeden fırlayacakmış gibi yanan metal dedektörünün artan sesine ve ışıklarına aldırmadan asansöre koştu.
"Beyefendi! Tekrar geçmeniz lazım, beyefendi!"
Kapşonlu tereddüt bile etmeden asansörden inen iki kişinin ardından kapanmak üzere olan kapıya koşarak elini uzattı. Kapı geri açıldı. Hemen düğmeye bastı.
"Beyefendi, giremezsiniz! Beyefendi!"
Başı önde, sırtında oklarla hızla asansöre binen kapşonlu güvenlik ekibini harekete geçirdi. Önce telsizle güvenlik amirine bildirildi.
"Asansörde şüpheli bir şahıs var efendim. Önlem alalım mı?"
"Bekleyin! İç kameradan izlemeye devam edin!"
Asansöre binen kapşonlu, kapşonunu açtı.
"Efendim, kapşonunu açtı, siyah bereli, şüpheli 40 yaşlarında, zayıf, 1.75 boylarında, erkek..."
Fermuarını açıp bir çırpıda yarıçıplak kaldı.
"Efendim, soyunuyor. Yanında şüpheli bir sırtçantası var."
Süet sırt çantasından üniformasını çıkardı.
"Kaçıncı kata çıkıyor?"
Üniformayı giymeye başladı hızla.
"Efendim kumanda odası ile konuştum 22. kata çıktığı belirtiliyor."
Bereden taşan saçını başını düzeltti.
"Kumanda masasına söyleyin durdurabiliyorlarsa, kessinler önünü!"
Çıkardığı kıyafeti çantanın içine tıkıp, taktı sırtına. Okların uçları görünüyordu.
"Efendim sırt çantası oklarla dolu. Saldırgan silahlı... Duyuyor musunuz silahlı!"
Kamerayı farketti, muzipçe gülümsedi. Belli ki az sonrası için korkunç planları vardı.
"16. katta durdurun. Güvenlik timleri yangın merdiveninden çıkıyor..."
Asansörün 17. kata geçişine baktı. Elini arkasında götürüp oklardan birine uzandı.
"Efendim 16'da durduramadık... Hızla devam ediyor yukarıya çıkmaya... Destek ekibi 16. kata ulaşamadı ama 22. katta çayocağı görevlisi bayıltmak üzere yangın tüpü ile hazır bekliyor..."
22. kata vardığını belirten "ding!" sesiyle birlikte , kapı açıldı. Adımını atmasıyla birlikte, iniltiye benzeyen bir ses duydu. Yangın tüpü ile üstüne gelen Hıdır'ın hamlesini zoraki savuşturmuştu ama ikisi de yere düşmüştü. Ortalıkta bildik bir koku vardı.
Hıdır gözlerini açtı. Emmioğlu Abdullah'ı tanıdı. "Aptulla aabi ayırdır yaa?" dedi. Abdullah, elinde tuttuğu şeyi Hıdır'a gösterip, "Ada'da zarganalar...ıhhh... kaynıyo be yaw! Canlı canlı getiriim dedimdihhh... Geçenki menemen gibi tavasını yapıveridik gizliden ocaktahh..."
BİR RESİM--BİR ÖYKÜ SERİSİ
BİR RESİM-BİR ÖYKÜ SERİSİ
Sokakta bulduğum fotoğrafın kaderimi bu kadar değiştireceğini bilmiyordum. Bu yakışıklı adam, iki gece önce rüyama giren kişi olmasa bu kadar üstelemezdim. Ama poz verirkenki duruşu bile aynıydı. Her zamanki gibi işyerime doğru gidiyordum dalgın dalgın. Uyandığımda dilime takılan ıslığımla. Havada ıslığımın çıkardığı buharın kaybolması mutluluk verirken aklım evvelki gece gördüğüm rüyadaydı. İşte tam da o sırada buldum fotoğrafı. Akşamdan kalan yağmur birikintisi ile çamur arasında, sol yanı çamurlanmış... Bu mucize olmalıydı.
İşe gittiğimde Serhat Abi, vesikalıkları doğruyordu şakır şukur. Dikilen öküz suratlıya yarım göz attım, şipşak fotoğrafta temelli at hırsızı gibi çıkmıştı. Önemsemediğine göre tapu ya da noterden istenmişti belli ki. Sevincimi çok da belli etmeyerek, "Günaydın!" deyip geçtim bankonun arkasına. "Haa, Yasemin, gel zarfla şunları!" dedi. Elinden alıp minik zarfına koydum fotoğrafları ve uzattım.
At hısızı gittikten sonra ortalığı toparlarken ona anlatsam mı anlatmasam mı diye içimden geçiriyordum ki, düşünmeme gerek bile kalmadı. "Ne o kız, sabah sabah pişmiş kelle gibisin? Bi hâl var sende. Dökül bakiim abine!" dedi. Gerçekten Serhat abi, öz abim, sırdaşım, arkadaşım herşeyimdi. 25 yaşındaydı. Askere kadar düğünlerde fotoğraf çekmiş, dönüşte babası bu stüdyoyu açmıştı. Başım ne zaman sıkışsa soluğu onda alırdım evvelden de. Bu nedenle geçen sene üniversite sınavını kazanamayında fotoğraf stüdyosunda yanında çalışma teklifi can simidi gibi gelmişti. Babam da kendisini çok sevdiğinden itiraz etmemişti. Arkadaşlarım bir yerleri kazanıp gitmiş, kazanamadın mı diyen insanlara hesap vermenin getirdiği bıkkınlıkla gelip gidiyordum. Amaçsız ve boş boş...
"Yaa, inanılmaz bir şey oldu aslında!" dedim. Soran gözlerle bakınca gidip kabanımın cebinden resmi çıkarıp gösterdim. Evirip çevirdi. Markasına ve baskı kalitesine baktı. "10x15, Kodak, siyah beyaz, stüdyo işi... Paspartuluk kısımları ve stüdyo adı kesilmiş bunun." dedi. O ana kadar dikkat etmemiştim. "Boşver şimdi onu!" dedim."İnanmayacaksın ama bu çocuğu rüyamda gördüm!" dedim. "Git kızım, öyle şeyler filmlerde olur, manyak mısın?" dedi. "Vallahi yaa!... Buydu, yemin ederim, Brooke Shields gibi gözleri demiştim hatta!" Güldü. "Ermişsin sen o zaman, kızım!" dedi. "Yaaa bırak dalga geçmeyi de, bu çocuğu nereden bulacağım, sen onu söyle!" dedim.
Akşama kadar onun hakkında yorumlarda bulunup konuştuk. Rüyamı da anlattım ona. Serhat abi, "Dur bakalım belki de karşına çıkar!" dedi. "En azından bir fotoğrafı olduğuna göre kendisi de vardır."
Haklıydı. O mutlaka bu küçük şehirde olmalıydı. Ama nasıl bulurum? Karşılaşır mıyız? Karşılaşırsak ne yaparım? Bilmiyordum. Bildiğim tek şey o günden sonra insanlara daha dikkatli bakmak oldu. Öncelikle fotoğraf arşivimizi taradım. Gerçi tanısa Serhat Abi mutlaka söylerdi bana. Sonra insanlara fotoğrafı gösterip soramayacağım için sokaklarda faltaşı gibi gözlerle kaldırımları, dükkanları, kahvehaneleri, stad çıkışlarını tarayarak geçtim. Ama görsel hafızam dolayısıyla insanlara bir anlık bakmam yetiyordu Allahtan. Yoksa başıma bela almamam da işten değildi.
Umutsuzluğa kapılmadım değil. Odamda ağladığım da oldu resmine bakarak. En yakın kız arkadaşıma bile açılamadım alay konusu olmamak için. Sadece benden 3 yaş büyük Berna'ya bahsettim telefonda. Berna yengeyi anlatmadım değil mi size? Serhat abimin eşi ve komşumuz Berna. Yenge dediğime bakmayın. Berna derim. Her sabah işe giderken konuşuruz. Serhat abiyi yolladıktan sonra ya o arar ya ben ararım. Laflarız oradan buradan. Zaten ben Serhat abiden 2 saat sonra filan giderim işe. Neyse...
Ailem ise bendeki değişikliği farketse de üstüme gelmiyordu. Var olan ama ulaşılmaz birine aşık olmanın getirdiği karmaşa denizinde sağa sola bilinçsizce kulaç atmak, akıntıya kürek çekmek gibi bir şeydi. Resme bakıp cevap verebilirmiş gibi soruyordum. "Sen neredesin?"
Üç gün sonraydı ona rastlamam. Rastlamak da sayılmaz. İnsanların kalabalık olduğu yerleri düşününce otogar gelmişti aklıma. Belki de şehre bir kaç günlüğüne gelmiş pazarlamacıydı. Belki bugün son günüydü ve gidiyordu. Öğle arası 2 sokak ötedeki otogara gitmek için izin aldım Serhat abiden.
Tiksindiğim, korktuğum, nefret ettiğim otoparka girdim. Sabahtan akşama dek kaynayan sosislerin sosu, eksoz dumanı ve çığırtkan tellalların yapışkan sesleri karşıladı beni. Önce yazıhaneleri dolaştım. Sonra otobüslere yanaştım. Yoktu.
Fazla da geç kalmamak için omuzlarım düşük yöneldim çıkışa. Otogar park ücreti ödemek için kuyruğa girmiş otobüsler kesti önümü. Bir adım geriledim. Hangi firma diye otobüsün önüne bakmak için bir iki adım atmıştım ki, onu gördüm. Cam kenarında ve aynı pozda cama yanaşmış boş boş bakıyordu. Kıpkırmızı olmuştum. Otobüse artistik bir hareketle girip "Durun!" diyecek cesaretim yoktu. Ama beni görmesini sağlamalıydım. Sanki birini uğurluyormuş gibi el sallamak geldi aklıma. Başarmıştım. El salladım ve gördü beni. O da salladı. Arkama baktım benden başkası yoktu. Yan tarafta el sallayan bir teyze vardı ama onun torunu olduğunu sandığım arkadaki çocukla ilgilendiği aşikardı.
Sonra yine inanılmaz bir şey oldu. Göz kırptı bana. Sonra da gitti. Yani otobüs siyah egsozunu fosurdatarak bastı gitti.
İşyerime kadar ağladım. Onu önce bulmuş, sonra kaybetmiştim. Aslında başladığım yerdeydim. Sanal bir aşkın kemiklerini sıyırmaktı kaderim.
Şişmiş gözlerle stüdyoya girdiğimde Serhat abi vitrindeki büyük resimleri değiştiriyordu. Berna abla da gelmiş, kasanın arkasında oturmuş gülüyordu. Neler konuştuklarını duymuyor, etrafı görmüyordum. "N'oldu kız?" dedi Serhat abi. Berna abla, azarlar gibi "Serhaaat!" dedi. "Tamam ya, tamam!" deyip işine devam etti.
"Gitti abla!" dedim. "Kaderimi buldum ama bu şehri terketti. Belki de hiç göremeyeceğim. Otobüsteydi, gördü beni, hatta göz kırptı. bakışında tanıdığını ima eden bir şey vardı sanki. O'ydu biliyorum!" Sarıldı Berna abla. "Deli kız!" dedi. "Bu yaştasın inanıyorsun böyle şeylere ya, ne diyim sana!".
Elleriyle yaşlarımı sildi. "Gel!" dedi, "Dışarı çıkalım!".
Kapının önüne çıktık. Sarıldım. Omzuna dayadım başımı.
"Sana safsın diyorum hep, inanmıyorsun. Düşünsene, rüyanda görüyorsun, aynı kişinin resmini buluyorsun, sonra kendisini görüyorsun ve göz kırpıp bu şehirden gidiyor." İç çekti. Başımı omuzundan ayırdı. "Etrafına duvar ördün kaç aydır. İnsanları görmüyorsun. hayattan soğudun. Ne hâlde olduğunu bilmiyorsun. Sana bakmayı öğretmek lazımdı." Konuşmalarını sürdürdü nutuk çeker gibi. Hâlâ anlamıyordum bir şey. Ama bir gariplik de seziyordum. Sarstı birden.
"Beni dinliyor musun?" dedi. Kafamı salladım. "Etrafına bak. İyi bak. Hayat akıyor, gençliğin akıyor. Hayata duyarsız kalamazsın. Amaçsız yaşayamazsın. Etrafına bak! Göreceksin baksan." dedi.
O an vitrindeki resimler çarptı gözüme. Brooke Shields gözlü çocuğun resimleriyle donanmıştı vitrin. Altında "Foto Serhat" yazıyordu yaldızlı. Eli ile yüzünün yarısını kapatmış, gülümsüyordu. Bunların bir oyun olduğunu, sabah rüyalarımı anlattığım Berna ablanın bana bu şekilde matrak Serhat abi yoluyla ders vereceği aklıma gelmemişti. Sırıtarak çıktı dükkandan eşi de. Geldi ve sarıldı bize. Hayat onun için bir oyun, benim için sınav, Berna abla için bir dersti.
Yeni proje
Ajan
TAARRÜF
Otobüs sarsılarak ilerlemeye, yanındaki susak suratlı zevzek konuşmaya devam ediyordu. Armudi kemikli yüzü, burma bıyıkları, bir susak kabağının üstüne çizilmiş köy damadı hediyeliklerini andırıyordu. İçinden gülmek geçmişti ilk gördüğünde ama artık sinirlenmiş ve sıkılmış terlemeye başlamıştı. Gözlerini kapadı. Hatta hafiften başını cama çevirdi. Süzülen yağmur damlaları rüzgarın da hızıyla aşağıya incekken sağ köşeye seyredip yok oluyordu. İstiyordu ki "Aaa... sen yorgunsun kafanı şişirdim" desin o da ona "estağfurullah" deyip konuşmasını kessin. Ama ne mümkün... Biletini ayarlarken nasıl da diretmişti oysa ki, en ön olmasın, tekerlek üstü de... Arkalar beni tutar, mutlaka cam kenarı olsun diye.