21 Mart 2011 Pazartesi

Bi gıdım saygımız vardı onu da yok ettiniz!

Yok! Size demiyom. Basına diyom. 1.5 ay Defne ile donattınız internetteki son dakika manşetlerini. Özel hayatıdır karışmayalım dedik ama ne mümkün! Kocaman manşetlerle devasa balonlar yarattınız. Merak ettik haliyle. Tıkladığımızda bizimle dalga geçer gibi eften püften bilgilerle şişirmiştiniz. "Nice kadınlar sevdim aslında yoktular" gibi bir durum doğdu. O balonlar yüzünden insanlar töhmet altına girdi.

Şimdi aynı şeyi İbrahim Tatlıses için yapıyorsunuz. Bi gıdım saygımız vardı onun da içine ettiniz. Aslında size küfretmek isterken Defne ile İbo'ya küfrettik.
İbo uyanır uyanmaz ne dedi? DANNNNNNNNN!
Tıkla: İyiyim.
Doktorları yeni bir açıklama yaptı! DANNNN!
Tıkla: Meditasyon CD'si dinletiyoruz.
Nedir bu şimdi? Bu kadar da geri zekalı durumuna sokulur mu insan? Biz mi geri zekalıyız siz mi?
12 Şubat 2011 Cumartesi

6 Kelime 1 Öykü (5)

tartı-güruh-esrik-ardıç-günlük-resital


Günlük;

Sevgili günlük;
Bugün çok güzel bir haberim var. Evlendim. Aslında her şey çoktan bitti. Uzun zamandır yazmadım.  İhmal etmek durumunda kaldım malum sevgilimle uzun vakitler oldukça harika yerlere gittik.

En son bir resitale gitmiştik. Sanırım oradan itibaren yazmayı kestim. Çalan şarkıyı bana armağan etti ve oracıkta diz çöküp bana yüzüğü gösterince ne yapacağımı bilemedim. Ayağa kalkması için elinden tuttum ama o sırada duygulandım ve işte orada bana bunu sordu “sevgilim, biriciğim seni çok seviyorum biliyorsun. Şimdi sana soruyorum hayatının sonuna kadar benimle birlikte olmak ister misin? Benimle evlenir misin?” keşke günlük dilin olsa sana yüklediğim bu anılara göre yorum yapabilsen keşke günlük. İri güzel gözlerini bana dikmiş bakıyordu. “evet” dedim. Herkes alkışladı sanki resital bitmiş tiyatro başlamıştı.

Çok güzel bir anıydı. Yüzüğümü taktığım anı asla unutamıyorum. Düğün planlamasını yapmak oldukça uzun bir süreçti. Benimkiler sevgilimin ailesi bu konularda tartışıp istediklerini yaptırmaya o kadar heveslilerdi ki köy düğünü yâda salon düğünü gibi istemiyorduk ikimizde ama aileler gelenek görenekler olsun istiyorlardı.  Uzun bir süreçti. Karar vermek zor oldu.

Gelenek ve görenekleri severim ama ne sevgilime nede bana masraf çıkmasını istemediğimiz için bir kır düğünü programladık. Deniz kenarında oldukça güzel bir yerde arkadaşımızın yeri vardı konuştuğumuzda seve seve yapabiliriz dedi.  Onun yerinde ardıç ağaçları süslemelerinden, flamalara, yemek yerlerinden, masa planlamalarına kadar her şeyi planladık. Nikâh törenini günbatımı saatine denk getirecek ve daha da görkemli olması sağlayacaktık.

Esrik  olmuştuk. Düğün günü geldiğinde heyecandan mutluluktan ellerimiz ayaklarımız dolanmıştı. Ben hiçbir zaman gidip görmedim düğünün ve nikahın yapılacağı mekanı. Arkadaşıma ve sevgilime güveniyordum. Babamla oraya geldiğimde büyülenmiştim. Orta yol gülle kaplanmıştı. Işıklandırma harikaydı. Konuklar tam istenilen yerde toparlanmış böylece düğünün her saniyesi mükemmel bir şekilde izlenebilecekti. En yakın arkadaşım koşturarak yanıma geldi ve elinde tuttuğu iğneyi omzumun köşesine taktı. Çok hoş bir nazar boncuğuydu. “şans için tatlım bu arada sana ayna tuttular mı hiç?” kulağıma yaklaşarak “tam bir perisin şuan elinde asan eksik. Bu arada okuldaki güruh ta şu köşeye geldi sana bu paketi toplu şekilde vermemi istediler aç hadi” dedi. Köşeye baktığımda okuldaki kızları gördüm hepsi gülümsediler bana. Paketi açtığımda içinden bir bebek tartısı çıktı. İlk hediyemi almıştım. “ama bu bu ülkede yoktu” dedim heyecandan “bunu kabul edemem bu bu..” “şişş bu senin düğünün ve bütün hediyeleri kabul etmek zorundasın şimdi git ve şu erkeğini kap bak bir sürü kız var yoksa kaptıracaksın.” Dedi gülerek. Çok utanmıştım. Onu görmeliydin günlük. O kadar yakışıklıydı ki. Uzaktan adeta bir prens gibi gözüküyordu. Elimi tuttu ve “hadi evlenelim” dedi. Güldük beraber ve masaya doğru yürük marş eşliğinde. Herkes bize bakıyordu. Nikah memurunun konuşmaları bittiğinde ve biz imzalarımızı attıktan hemen sonra öptü beni. Alkış eşliğinde dansımızı yaptık. Kulağıma seni seviyorum diye fısıldadı.

Çok mutluyum sevgili günlük çok.
31 Ocak 2011 Pazartesi

6 kelime 1 öykü

"tartı-güruh-esrik-ardıç-günlük-resital" aynadakiaksim
İÇİMDEKİ ARDIÇ AĞACI
Tartıya çıktım. İbre 85'e vurdu, salındı, 85.2'de durdu. Canım sıkılmıştı. Neredeyse bir ay olmuştu ama hiç bir ilerleme kaydedememiştim. Gidip buzdolabını açtım. Canım çok sıkılır ve hep buzdolabının başında alırım soluğu. Ne aradığımı bilmeden baktım her zamanki gibi. İki dakika sonra alarm zili çalınca kapağına koyduğum kepekli bisküvilerden aldım, kapattım.

Gidip günlüğümü açtım. Yazı masamdaki şekerlerden attım ağzıma. 20 gün öncesinden bugüne sayfalara göz attım, gram gram acılarımı yazmak daha da yaktı canımı. "Esrik bir kuştur ruhum." yazdım, kapattım. Bugün kilo vermek için çektiğim ızdıraplarımdan bahsetmek istemedim. Zaten ne zaman yazsam rahatlıyor, ne zaman okusam yakma ya da yırtma ihtiyacı duyuyorum. Son 26 günlük sayfalar rejim için kendimle olan savaşlarımı anlattığından haçlı seferlerini anlatan tarih kitabına dönmüştü. Öyle bir nefs savaşıydı ki, düşmanı kendisi olan ordular, güruh halinde üstüme geliyordu. Belki de obez ruhumu şişmanlaya şişmanlaya örtmeye çalıştığı ilk sayfalara gitsem yetecekti ama gitmedim. O acıyla yüzleşmekten hep kaçmıştım. Yine kaçtım.

Sonra yatak odasına geçtim, nota defterimi açtım. Notaları takip ettim, inişli çıkışlı arpajlar, zayıflayıp şişmanlayan gövdemin özeti gibiydiler. Kemanıma dokundum. Resitalime 4 gün kalmıştı ve onca parayı bayıldığım siyah elbiseme bu kiloyla sığmam imkansız olduğu için canım fena sıkıldığından kapadım. Sonra, resitalde notaları karıştıracağım sancısı gelip inatçı bir öküz gibi göğsüme oturdu kaldı. Gidip televizyon açtım. Bisküvilerimden ve sehpadaki cipslerden atıştırdım. Beynim saçma programların beşiğinde kuru ninnilerle uyuştu. Ama aklıma kilolarım ve resital geldikçe içimde bir şeyler cız etmiyor değildi.


Kalktım, camın kenarına gittim. Bahçedeki ardıç ağaçlarının çirkin gövdelerine baktım. Ne kadar yaşlı, eğik ve çirkindiler. "Benim gibi..." diye mırıldandım kendi kendime. Bu ardıçları niye dikmişler sahi buraya? İnsan çirkinliği seyretmeyi niye sever? Gittim bilgisayarı açtım. Ardıç yazdım. Bir sürü şey çıktı ama aradığımı bulmakta zorlanmadım.


"Ortaçağda her derde deva olarak bilinen ardıç meyvası yendiğinde idrar, menekşe kokusu aldığından, eskiden Romalı kadınlar tarafından çok kullanılırdı. Yine bu çağlarda cadılardan korunmak maksadıyla yazlık evlerin önlerine dikilmiştir. Yine aynı inanışa göre cadı ardıç yapraklarını saymayı başarırsa eve girebiliyordu. Bunu önlemek için elden geldiğince çok ardıç ekilirdi." diyordu. Evimde bir cadı vardı: Ben! İçimde de bir ardıç ağacı. O yüzden nefret ettim kendimden.


Sonra gidip soyundum. Tekrar çıktım tartıya. Gözüm, karşımdaki boy aynasına takıldı. Yaşlı ve çirkin gövdeme. Kilo alıp vermekten sarkmış etlerimi oralarından buralarından çekip zayıf görünmeye çalıştım. Aklıma korsem geldi. Gidip gardolabımdan korsemi buldum. Kan ter içinde girdim içine. Nefes almam zorlaşmıştı ama elbiseyi denemem şarttı. Salak kız nasıl da "Bu size biraz dar efendim isterseniz bir büyük bedenini verelim!" deyivermişti. Nasıl da ağzının payını vermiştim... Gereksiz gururum nasıl da girmişti devreye... Değiştirmeye gitmem demek o kızın aşağılayıcı bakışlarına maruz kalmak demekti.


Elbiseyi giydim usul usul. Dikişlerini patlatmamaya çalışarak. Olacaktı bu iş olacak! Yan fermuarının % 75'i kapanmıştı. 3 kilo versem yetecekti. Aklıma en kolay yol geldi. Koşarak tuvalete girip elimi gırtlağıma soktum. Ağzımın etrafını bile temizlemeden tartıya çıktım: 84,6. Demek 600 gram farkettiriyordu. Dörtle çarptım 2.4 kilogram. Yüzüme sırıtkan bir gülüş yapıştı. Aynaya baktım. Ağzımdan salyalar akan korkunç cadıyı sobeledim.


Böylece dört günüm buzdolabı-televizyon-tuvalet-tartı arasında geçti. Alkışlar içinde sahneye çıktığımda allegro çalmam gereken parçayı bal gibi de andante çalmıştım. Bilgili seyirciler farketmişti belki ama ön sıralardakilerle gözgöze geldiğimizde kızgınlık yerine acıma gördüm. Gözyaşlarımı sildim. Ellerim simsiyah rimel içindeydi. İçimde yapraklarını dökmüş çıplak bir ardıç ağacı hâlâ, ilkbahara inat hüzünlü şarkısını söylüyordu. / Kremkaramel

6 Kelime 1 Öykü (4)

mayonez, hız, projeksiyon, gelinlik, süzgeç, ayakkabı boyası

Kompozisyon
Bütün edebiyat sınıfı sinema odasına toplanmıştı. Herkes projeksiyon makinesinden çıkan yansımayı izliyordu. Öğrencilerin bazıları çıkan ışıkta el hareketleriyle gölge oyunu yapıyor diğerlerini güldürüyordu. Kapı açıldığında hocanın gelmiş olduğunu anlayan öğrenciler ölüm sessizliğine bürünmüştü. “kitaplarınızın 231. Sayfasını açın” dedi Süleyman Hoca. Çantasından bir kitap birde dizüstü bilgisayarı çıkartıp kablo bağlantılarını yaparken “şimdi size izleteceğim küçük bir videodan kompozisyon yazmanızı istiyorum” dedi. Bir öğrenci el kaldırdı. “hocam final için bir uygulamalı sınav mı olacak bu?” dedi meraklı öğrencisi. Süleyman Hoca bu çocuğa hep hayran kalırdı. Daima bir fikri bir sorusu olurdu. Gülümsedi. “hem evet hem hayır Sercan” dedi. Kafa karıştırmaya bayılırdı Süleyman Hoca. “bu bir sınav olmayacak ama kanaat notu olarak kullanabilirim neden olmasın?” dedi. Sercan gülümseyerek yerine oturdu.
Salonda herkes çantalarından bir şeyler çıkartıyordu. Kalem kâğıt alışverişi bittikten sonra Süleyman Hoca filmi başlattı. Işıklar söndü sesler kesildi dikkatler duvardaki yansımaya odaklandı.
“ağlıyordu elinde bir ayna yüzüne tutmuştu. Hediye kutusunu atmamıştı hala. 6.yaş günün kutlu olsun canım kızım yazıyordu üstünde. Aynanın 2 gücü vardı. Biri gerçekleri yansıtması diğer gücü ise temiz bir kalbin dileğini yerine getirmesi. Bu dileği hiçbir zaman kullanamamıştı o. Saf bir kalp yalandan uzak kötülükten arınmış bir meleğinkiydi ancak. “İnsanların bazılarını birazcık kazırsan dertleri, biraz daha kazırsan kinleri, içlerine girersen öfkeyi, özlerine ulaşırsan saflığı bulursun” derdi cadı annesi. Bu sebeple bu aynanın 2 gücünü asla bir insan kullanamazdı.

Yataktan kalktı. Üstündeki gelinliğin bir anlamı kalmamıştı artık. Çıkardı günlük kıyafetlerini giydi. Elinde aynasıyla mutfak masasına oturdu. Ayna sevdiği kişiye odaklanmıştı. Onun nereye gittiğini gösteriyordu. Şimdi bir kızla selamlaşıyordu. Kızın ona sarılışını ve öpüşünü izledi. Gözünden bir damla daha yaş aktı.
İnsanlar. Cadı annesi hep uyarmıştı. “Bizim gibiler farklıdır. Gücü yönetir sorumluluk sahibidir. İnsanları kırmaz ama onlar gibide olamaz. Bizde saf kötülük yok biliyorsun.”

İnsanlar farklıydı. Annesi eğer ona bu aynayı vermeseydi şuan bu adamla evlenmiş güçlerinden mahrum olucak ve sonsuza kadar da insan olmak zorunda kalacaktı. Aynaya son kez baktı. “amacını göster” dedi sertçe. Aynanın çerçevesi kırmızıya döndü. Evleneceği adamın görüntüsü yakınlaştı ve birden ayna simsiyah oldu. Kız ağlamaya devam etti.

 Kutusundan çıkardığı botlarını ayakkabı boyası ile boyadı. Mutfağa indi. Kendisine bir kahve koydu. Masaya oturup eline aynasını aldı. “anne” diye fısıldadı aynaya. Aynaya güzel bir kadın belirdi. Annesi gülümseyerek bakıyordu ona. Kahvesi bitince eşyalarını toparlayarak çağırdığı taksiye binerek uzaklaştı.
Video bitmişti. Işıklar yandı. Süleyman Hoca sınıfa döndü ve “Eee ne duruyorsunuz? Hadi hızlı düşün aklınızı çalıştırın ve engin denizlerden birine girin içinizde belki bu hikayeyi yüzeysel görenler olacaktır ama bununla ilgili kanaat notunuzun yüksek olmasını beklemeyin. Kapsamlı yazın”

Kâğıtlarda kalemlerin çıkartığı vızıltıdan başka bir ses duyulmuyordu. “et ve tırnak gibi, ketçap ile mayonez gibi düşünün” dedi Süleyman Hoca. Sınıfta bir gülümseme oluştu.

Ders bittiğinde her zamanki gibi kâğıdını ilk teslim eden Sercan oldu. “hımm iki sayfa” dedi Süleyman Hoca gülümseyerek. Sercan “aklıma çok şey geldi” dedi sırıtarak. “bırak gelsin özgürce yaz. Asla kalemini kısıtlama. Hayattaki süzgeçlere takılma. Bunlar bizi zayıflatır değerlerimizi kaybettirir.”

Sercan dersten çıktığında hızlı hızlı öğrenci servis durağına yürürken bir araba yanaştı. “atla eve bırakıyım” dedi Süleyman Hoca. Sercan arabaya bindi. Biraz sonra “fantastik bir öyküydü hocam” dedi. “hayal gücünüzü ve yaratıcılığınızı kullanmıyorsunuz. Bazen imkânsız şeylerden bile ders çıkarılmalı. O kızın aynası aslında âşıkken gözümüzden kaçan gerçekler değil midir? Yâda annesinin ona verdiği güçleri tanrıdan bize bahşedilen güçler değil midir? Peki ya saflık? Melekler kadar saf bir kalbimiz olabilir mi?” dedi merakla. Süleyman hoca çok doğru yere parmak basmıştı. Sercan bu konuyu düşünerek evine yol aldı.

Altı kelime bir öykü (4)


mayonez, hız, projeksiyon, gelinlik, süzgeç, ayakkabı boyası

KIR DÜĞÜMÜ

Konvoy dönemeci büyük homurtuyla dönerken, tirfil tarlasında otlayan inekler umarsızca başlarını çevirip baktılar. Tepenin üstünde beyaz bulutlar yumuşak minderler gibi pufur pufur kabartılmış düşleri buyur ederken, yol kenarındaki ahlat ağacı gelin gibi bembeyaz çiçeğe boyanmıştı. Pastoral tabloya post modern boya fırlatan bir ressam gibi motorsikletin girişi dinginliğe dolu yağdırdı.

Konvoyun önünde giden motorsikletli, Cefi, hızını arttırdıkça arkasındaki Tanya, bir eliyle duvağını, bir eliyle Cefi’yi tutarak çılgınca bağırıyordu. Gelinliğin makasla kesilmiş etek uçları ise pat pat dövünerek bayrak gibi neşeyle el çırpıyordu. Cefi'nin smokininin üstüne giydiği deri montun tezatlığını, yine henüz ayakkabı boyası görmemiş motorsikletçi çizmeleri tamamlıyordu. Derken dönemeçten çelik parlaklığı ile göz kamaştıran diğer motorsikletliler fırladı. Yol kenarlarındaki gelinciklerden üç günlük olanları motorların yarattığı dalgayla taç yapraklarını konfeti gibi yola yağdırdı.

Topluluk az ileride büyük çınarların önünde durdu. Bir hizaya getirdikleri motorlarını parkedip neşeyle avlulu çiftlik evinden içeri girdiler. Çınarın dallarına kağıt fenerler asılmış, altına 20-30 tane sandalye ve 5-10 masa atılmıştı. Papatyaların gamzeler halinde açtığı bahçenin içinde bir ördek sürüsü gezinmekte idi.

Gelin ve damat adayının aksine diğerleri spor kıyafetlerinden vazgeçmemişlerdi. Kasklarını çıkarıp başlarını sallayarak saçlarını açan kızlardan küçük birer öpücük alan kalın enseli ve göbekli erkekler gerinerek kaslarını açıyorlardı. İkisi üçü, “Arada seni nasıl geçtim ama…” gibisinden sohbetlere girmişken, Eylem, Evin’e “Kır düğünü fikri ne hoş, kim akıl etti bunu baba yaa?” diye soruyordu. “Cefi’nin bana söylemesi yetti. Hava durumuna bakıp projeksiyon yapmaktı en zoru. Bugün kesinlikle çok güzel olacakmış hava.Yemekler ve pasta da ayarlandı.”
“Onu nasıl ayarladın, gelmeden?” diye hayretle sordu.

“Cefi’nin zeytinliğinin kahyası var ya, karısı köyde bir şeyler yaptıracaktı işte.” dedi keyifle.

“Hah işte bak geliyor. Leyla teyze?”

“Hoşgelmişsin hanım gızım. Sofrayı kurdurdum, yemeklee de gelcek arkadan.”

“Bir aksilik çıkmasın da…”

“Eee herşey Allahtan… Allah başka türlü keder vermesin gaari, naapçaan kızım.”

Yan flütünü çıkaran Aslı’ya, Talin kemanıyla eşlik ederken, çınardaki serçeler çıkan melodiye eşlik ederek senfonileştiriyordu. Tanya, Cefi’nin gözlerine neşeyle bakıp “Herşey ne kadar güzel…” dedi.

Sözlerini tamamlamasından 10 dakika sonra Nisan yağmuruyla göz makyajı zebralar gibi yanaklarını boyarken, misafirler çınarların altına ya da küçük bağ evine zor sığınmıştı. Otururken eline kıymık batan köy kahvesi sandalyeleri ıslanmış, dingildeyen masaların üstüne ağaçtan tırtıllar düşmüş, yerler vıcık vıcık çamur olmuştu. Ağacın dallarına asılan fenerlerin içinen su damlıyordu ve kısa devre yüzünden bir facianın eşiğinden dönülmüştü.

Acıkmış olan kalabalık homurdanırken, bir delik ve iki taştan ibaret bağevinin yanındaki dermeçatma tuvalet kıymete binmiş, kızlar kuyruk olmuştu. Çekmeyen cep telefonlarından dolayı her taraftan “Şittt!” sesleri geliyordu. Bir kaç gün önceden tarlaya dökülen gübre ile ördeklerin yıkandığı küçük havuz ağır kokusuyla rahatsız edici duruma gelmişti.

Eylem’in organizatör olarak olaya el atması gerekmişti. Traktörle köyden yemek ve pastanın çoktan gelmesi lazımdı.

Derken Traktörle getirilen kasaba pastanelerinde yapılan pastanın içi dışına çıkmış, yemeklerin içine de su dolmuştu. Yapılacak tek şey kalıyordu geriye. En yakın köyden yemeklik bir şey almak.

En kısa sürede ne pişirebiliriz diye sordu Leyla Teyze’ye. Leyla teyze: “Valla gızım gendü evim olsa hamur kızartıveridim hemencecik ama burda mutfakta bişiiciklee yok ki… Ben de bilemedüm gaari.

“O zaman biz Tibet’le köy bakkalına gidelim bakalım, ne bulabiliriz.”

Motoru çalıştırsalar da çamurlu hendeği geçmek mümkün olmamıştı. Traktörden başka çıkar yolları kalmadı.

….

Bakkalda sağa sola bakınan Eylem, makarnadan başka bir şey bulamadı. Yoğurt ve peyniri kendileri yaptığından kimse bakkaldan öyle şeyler de almıyordu. Ketçap ve mayonez bakındılar. Tarihi geçmiş ketçapların sirkeleşmiş kokusundan dolayı koklayıp yerine geri koydular. Çaresiz 10 paket makarna ve 2 paket tuzla döndüler geri.

Bağ evinin ocaklığında ateş yakılmış, üstünde su kaynarken, insanlar Leyla teyzenin yaydığı döşekler üzerine serilmiş ısınmaya ve uyumaya çalışıyorlardı. Kadıncağız orta yere bir sofra örtüsü sermiş, şekerlenmiş ayva reçelinden şerbet yapmış onu dağıtıyordu.

Kaynayan suya aceleyle attılar makarnaları. Aç kurtlar gibi bakan kalabalıktan bir alkış koptu.

Akıl etmedikleri şeyi farkettiklerinde ağlamak üzereydi eylem: süzgeç! Ağzından gayriihtiyari şu sözcük döküldü: “Çok geç!”

Leyla teyze görmüş geçirmiş kadın. “Üzülme gızıım!” dedi. “Ben şincik bakarım çaresine!”

Iştahla herkes yemeğine ve şerbetine sarıldığında doyan karınlar aynı cümlelere gebeydi: “Hayatımda böyle lezzetli makarna yemedim”

Eylem, makarnayı süzgeçsiz yapmayı başaran Leyla teyzeye yaklaşıp sordu, "Süzgeçsiz nasıl becerdin?"

“Eskiden süzgeç mi vaadı a gızım, sepetten süzüveedim.”
Kremkaramel
13 Ocak 2011 Perşembe

evet hadi bakalım pamuk eller beyne

hadi bakalım bloggerlar blogger sevenler pamuk eller düşünmeye.Yeni kelimeleri 4 gözle bekliyoruz :))
12 Ocak 2011 Çarşamba

6 Kelime 1 Öykü (3)


Ay Tanrıçası

Uzaklardan dünyayı izlerdi hep. Aşk, acı tatlı ilerler onu cezbederdi. Etrafında kimse yoktu. Büyük bir lanetin içindeydi o yalnızlık lanetinin.

Başına taktığı tacın gücüyle olabildiğince parlardı ay tanrıçası. Geceleri denizde yakamoz olur aşkları izlerdi. Bazen yalnız kalplerin dileklerini duyardı. O da yalnızdı, ne yapabilirdi ki...

Bazen bir çift göz ona çaresizce bakardı. Sevda olsaydı derdi bu bir çift göz ona. Ay tanrıçası da onlara bakardı aynı dilekle. Dünyanızdan bana da biraz sevgi gönderir misin derdi ama sesi ulaşmazdı onlara duyulmazdı bu kahrolasıca lanetten. Bütün gezegenlerden bütün evrenlerden en güzelini izlemekle cezalandırılmıştı.
Küçük bir kız çocuğu elindeki dondurmayı yere düşürmüştü. Gözleri yaşlı etrafına bakındı. Ay tanrıçası onu izliyordu güldü onun bu masum haline. Keşke orda olsaydı, ona dondurma alsa, onun gülümsemesini sağlasa, eliyle yanağını okşasa, “ağlama artık bak yenisini aldım sana” dese. Bir kargaşa olmuş, o küçük kız daha çok ağlamaya başlamıştı. Annesi küçük kızı azarlıyordu. Ay tanrıçası dayanamıyordu bu görüntüye. Durun diyordu çaresizce, benim hatam durun. Ama sesi ulaşmıyordu bu kahrolasıca lanetten.

Bir erkek tek başına bakıyordu ay tanrıçasının ışığına. “bitti” diyordu kısılmış sesiyle. Arabasıyla ilerliyordu hızlıca. İkaz lambalarına aldırış etmeden. Vitesi arttırdı aniden. Son bir kuvvetle bastı gaza. Ay tanrıçası hayır diye ağlıyordu. “hayatlarınız önemli, bunu yapmamalısın!” diyordu. Ama sesi ulaşmıyordu bu kahrolasıca lanetten.

Bir kadın koşuyordu evden acelece çıkarak. Elinde bir zarf. Ağlıyordu. Rüzgar ona mektubun son kelimesini göstermişti. “dokunulmazlık istiyorum” diyordu bu paragrafta. Aşkın güzelliğini gördüğü gibi acısını da görüyordu ay tanrıçası. “Üzülmemelisin” dedi o kadına. Ama sesi ulaşmıyordu bu kahrolasıca lanetten.
Gecenin bir yarısı mutluluk gördü ay tanrıçası. Işığını daha da arttırdı mutluluğun dikkatini çeksin diye. Bir çift mavi göz ona odaklandı güldü. Mutlu oldu ay tanrıçası. Bir kez daha dünyaya inmek istedi. Bu yalnızlığına bir son vermek için parlamaya devam etti umutla.
SERHAT

6 KELİME 1 ÖYKÜ (3)

"dondurma, taç, sevda, rüzgar, vites ve dokunulmazlık"

KARASEVDA

I.
Etrafına bakındı. Köy karanlık ve sessiz görünüyordu. Hayriagaların iti uzaktan kesik kesik havlarken, cırcır böcekleri sıcağı baklava gibi enine boyuna doğruyordu. Köy yerine nadir geldiği zamanlardandı. Aylar boyu bu hayali kurmuştu. Kalbi yanlış viteste giden külüstür gibi gürültüyle çarpıyordu. Ne olursa olsun dedi ve pustuğu yerden kalktı...

II.
Annesi kendisini doğururken ölmüş, üvey ana elinde süründükten sonra, ilkokul 2. sınıfta iki kere kaldı diye babası tarafından, Hıdır Emmi'nin yanına katılmıştı Kamil. Köyden çıkıp Sövendiri sırtlarını tırmandın mıydı karşınıza çıkar ağıl. Ahan da orada koyunların yanındaki damda yatacaktı artık Kamil.

Hıdır Emmi başçobandı, kendi babasından daha baba olmuştu ona. Kesik kulaklı yaşlı Sivas kangalından biri, sürünün çırpı bacaklı oğlağı gibi sevmişti, bu yarım akıllı oğlanı.

Günler günleri kovaladı, leylekler damın bacasını 15 kez yuvaladı. Kamil'in kamışına su yürüdü, kırlardaki çalı dipleri dölüyle çağıldadı. Kurda bıçak çekti, uçağa selam çaktı, her kuytuya kargı dikti. Dağda mantar közledi, çakısını kayayla biledi, çiçeği gönülgözüyle dinledi. Bayramlarda zorla Hıdır Usta, oğlanı babasının elini öpmeye köye yolladı. İşte Mürüvvet'i son bayramda gördü Kamil. Gördü de ne yanına gitti, ne konuştu, ne adını sordu. Bir ara dışarı çıkıp, mutfağın camından baktı yalnızca. Apti'nin getirdiği dondurmayı yalarken izledi Mürüvveti. Gördüğü an içine saplandı kaldı karasaban.

Yabanoğlan derlerdi köyde ona. "Gördünüz mü Mırtazanın kepçekulak Yabanoğlanı köye gelmiş?" Kulağıyla duyardı dediklerini de susardı. Yaban olmayı kabul etmezdi Kamil. Çünkü içini yarsanız, hayat içinden berrak bir su gibi akıp gider, o suyu içmeye bile kıyamaz saf sevgiyle bakardı. Kahvenin önünden geçerken yabanoğlanlık dokunulmazlık zırhı gibi atılan lafların sivri uçlarını yuvarlardı.

III.
"Sevdalı mısın lan?" dedi Hıdır Emmi. Ne de olsa genç olmuştu, halden anlardı. Sessiz oğlan dalıp dalıp gidiyor, rüzgarsız uçurtma gibi bıraktığı yerde duruyor, koyunlar köy malına epeyce zarar veriyordu. Cevap vermedi Kamil. Yine sustu. Yine yutkundu büyük bir sevdayı. Mürüvveti gördüğü gün karasabanın sürdüğü bir evlek tarlasındaki filizlenen karasevdayı. Taç yapraklarını sevdiği gelincikleri okşayıp, istedi çok. Ne olursa olsun dedi, canına yandığımın... dedi, isteyemem dedi, dönderdi, akıttı, boşalttı, içindeki arsız yılana söz dinletemedi ve bir gece...

IV.
"Bismillah!" dedi kalktı Burunsuz Musa, camın şangırtısına. Uçkurunu bağladığı gibi ayaklandı, koştu cama. Çiftesini aldı fırladı sokağa. Gözünü kıstı. Hızla dışarı yöneldi gibi geldi karaltı. Musa, emindi caminin gölgesine saklanan karaltının insan olduğuna. Hatta bir değil iki kişi gibiydiler. "Kimdir o?" diye ünledi. Gölgenin içinde gölge nefes nefese bir kaç kez kımıldandı. Yaklaştı Musa. Gölge hışır hışır hışırdandı. "Vururum ulan çık ortaya!" dedi. Şadırvanda bu ses bir kaç kez yankılandı. Ay buluttan boşandı, fişek namludan. Meçhul gölge dalga dalga yere uzandı. Beyaz ağzından oluk oluk kan boşandı. Jandarma, on dakikaya varmadan toz duman içinde camiye damladı.

V.
Olay mahallindeki delilleri toplayıp, rapor ettiler savcıya. Gün ağardı. Köy tuhaf hikayelerle avkalandı. Karasevda, Kamil Oduncu ve kanlı dondurma kağıdı olarak geçti suç dosyasına.

KREMKARAMEL
11 Ocak 2011 Salı

Kelimelerden taç örmek...

Sıradaki kelimeler B.'den geldi: dondurma, taç, sevda, rüzgar, vites ve dokunulmazlık
10 Ocak 2011 Pazartesi

6 Kelime 1 Öykü (2)


Proje

Büyük bir gürültü kopuyordu aşağıda. Dr. James Gold hızlıca aşağı iniyordu merdivenlerden. Sağdaki giriş kapısına parmaklarını dayadı. Bilgisayar ekrandan parmak izlerini okudu “hoş geldiniz Dr. James” kapı açıldı doktor içeri ışık hızında girdi çekmeceyi açtı bir klasör ve silahını aldı. Yapılması gerekeni biliyordu bu projeyi asla kimse çalmamalıydı.

Denizin ortasına kurulmuş yapay bir ada da araştırma ve geliştirme bölümüne atanmıştı Dr. James Gold. Sınıfının en iyisi bir bilimciydi. Bilim adamı terimini asla sevmezdi. Ona göre bilim demek hayat demekti. Bir takım haberlerde ün salmış bilim adamıyım diyerek kendini nitelendirenlerden nefret ediyordu. Kendi kuzeni de aynı dalda ün yapmış gazete gazete dolaşarak zorla bilim adamı unvanı aldığından beri bu kelimeyi sevmiyordu. Ona göre yapılması gereken araştırma yapılır bu bir görev ün olmaması gerekir diye düşünürdü.

Platformdan aşağıya bakıyordu. Üstlerinde çalıştıkları proje son derece önemliydi. %70inden fazlası su olan bu dünyada hayat karaya sığmıyordu artık. Nüfus patlaması yaşanmıştı. Neredeyse çoğu canlının nesli tükenmişti. Onların görevleri zargana türündeki balıkların nasıl hayatta kaldıklarını araştırmaktı. Denizde sadece iki tür canlı kalmıştı artık. Biri deniz anaları diğeri de zargana balıkları.

Dr James Gold telefon sesiyle suya bakmayı bıraktı. “Dr James buyurun.”dedi “merhaba doktor araştırma yaklaşık 1 yıldır devam ediyor projeye harcadığımız milyon dolarların hesabı yok. Sonucu ne zaman almayı planlıyoruz bir sormak istedim” dedi Henry Dalton. “bugün son aşamadayız “ dedi Dr. James ve telefon kesildi.

Bu adamdan nefret ediyordu. Son derece agresif ve ne söylediğini bilmeyen bir adamdı. Maaşları ve yatırımı o yapıyordu ama araştırmadan anlamadığı halde burnunu sokuyor her şeyi berbat ediyordu. Bir çalışma grubunun yanından ilerleyerek asansöre bindi ve aşağıya indi.
Yapay ada olarak adlandırılıyordu bulundukları merkez. Denizin içine inşa edilmiş 30 katlı bir binaydı. Daha önce balinaların yaşam biçimleri ve bir çok nesli tükenmekte olan deniz canlılarının davranışları incelenmek üzere kullanılmıştı. Şimdi ise tek bir amaç ve çalışmalar için yönetiliyordu oda tedavi adı altında gerçekleştirilen bir projeydi.

Doktor laboratuarın ilk odasına girdi gerekli kıyafetlerini giyip eldivenlerini taktı. İçeride 12 tane doktor daha bulunuyordu. İçeri girdiğinde herkes ona baktı. Doktor masaya yaklaştı. Neredeyse 1 metre uzunluğundaki balık duruyordu ince cam fanusta. “iğne” dedi yanındaki yardımcıya yardımcısı küçük bir iğne uzattı. Daha önceki çalışmalarında aldığı performansla bu sefer doğru yapıyordu. İğneyi yavaşça omur iliğin olduğu yere sapladı. Balık birden dümdüz konuma geçti ve sabit kaldı. Yavaş yavaş içine enjekte ettiği sıvı yeterli miktara gelince iğneyi çıkardı ve balık öldü.

Diğer doktorlar fanusu ortadan kaldırırken Dr. James elindeki şırıngayı cebine koydu. Dışarı çıkarak üzerindeki üniformayı çıkardı. Şimdi aldığı bu örneği bilgisayara kontrol ettirecek ve gerekli formülü uygularsa diğer hayvanların hastalıklarına ilaç üretebilecekti.
Hastalıklar. İşte en çok korktuğu şey buydu. Her şeye çare aranıyordu. Karada yaşam iyice çekilmez hale gelmişti. Hayvanlar sebepsiz yere hastalanıyor telef oluyordu. Önce kuşlarla başlamıştı virüsler. Sonra kediler ve köpeklerle devam etti. Vahşi hayvanlardan denize türemişti bu virüsler. Balinalar yunuslar derken denizlerde boşalmıştı. Elde kalan hayvanlar oldukça kısıtlıydı. Hükümet ve dünya anında kırmızı alarm ilan edip bütün hayvan türlerinden örnekler almış kurtarmaya çalıştıklarını kurtarmış özel bir tesise bakıma almışlardı. Doktorlar bilim adamları hepsi bu konuda çeşitli tezler üretmişti. Bir tek Dr. James balıklar konusunda yanılmamıştı tek balık cinsi üzerinde gösterdiği olağan üstü performans sayesinde çalışmalar hızla ilerliyordu. Deniz anaları üzerinde çalışma yürütemezdi. Omurgaları yoktu. Belirli bir organları olmayan bakteri gibi varlıklardı. Zarganaların nasıl hayatta kaldıklarını bile bilmemesine rağmen çalışmalara başlamıştı.

Bilgisayarın DNA okuyucusuna tüpü yerleştirdi ve araştırmaya başlatmak için gerekli şifreyi girip enter tuşuna bastı. “bilgiler analiz ediliyor tahmini süre 4 saat” geri sayım başlamıştı her şey çözülecekti.

Cep telefonu çalmaya başlamıştı. Açtı.“Dr. James bir helikopter iniş gerçekleştirdi iki adam var sizinle görüşmek için karaya çağırıyorlar.”dedi. James monitörü kapattı. Arka planda bilgisayar çalışıyordu bir çözüm olduğunda telefonuna sinyal gelmesi için ayarladı. Doktor üniformasını çıkartıp kot pantolon kapüşonlu bir hırka ve süet bir ayakkabı giydi. Kapıyı bilgisayara kilitletti. Böylece herhangi biri odasına izinsiz giremeyecekti. Asansöre binerek hızla karaya çıkmaya başladı.

Hava hafif kararmak üzereydi. Helikopterdeki pilot dışında 2 kişi vardı platformda. Yakınlaştıkça biri kuzeni Jonathan diğerininse asistanı olduğunu anladı. Merhaba demek için elini uzattı. Kuzeni eline baktı ve “buraya konuşmak için değil işimizi yapmak için geldik Dr. James. Uyguladığın formülü merak ediyor ve bir örneğini senden rica ediyoruz.” dedi sertçe. “bunun yasa dışı olduğunu biliyorsun değil mi Jonathan.” dedi Dr. James. Kuzeni cebinden bir silah çıkardı. “yeterince yasaldır sanırım” dedi gülümseyerek. Dr .James geri adım attı. Küçük bir yardım diledi içinden. Etrafına bakındı ama kimse yoktu. Burada vurulsa kimse göremezdi. Kamera sistemleri denizin nemli havasından sürekli arıza yapıyordu. Bu yüzden karayı sadece kule görebiliyordu. Son bir umutla kuleye baktı. Ama kimse yoktu. Anlaşılan hantal Steve her zamanki gibi yemek yemek için mutfağa gitmişti.

Asansöre zorla bindirildi Dr. James. Arkasında eli silahlı iki kişiyle laboratuara doğru yürümeye başlamışlardı şimdi. Dr. James onları ana laboratuara götürdü. “formül nerde?” dedi kuzeni. Dr. James içeri girdi ışıkları yaktı. Kuzeni arkadan hemen ardından da asistanı girdi. Eli silahlı adamlara pek bulaşma tarzı yoktu Dr. James’ın. Düşünüyordu. Kuzeni kafasına silahı dayadı “formülü hatırlamaya başlarsan iyi olur” dedi. Doktor bir an elinin altında ince bir iğneli şırınga olduğunu fark etti. Sinir sistemine küçücük bir iğne batması geçici felç olmasına sebebiyet verebilirdi. Yavaşça iğneyi aldı. “formül burada” dedi. Kuzeni tam onun önüne geçtiği sırada şırıngayı tam omurgasının ortasına batırdı. Kuzeni artık hareketsiz kaldı ve yere yığıldı. Asistan korkudan silahı atarak koşmaya başladı uzun koridorda.

Dr. James laboratuar kapısını kapatarak odasına doğru hızlı adımlarla inmeye başladı. Büyük bir gürültü kopuyordu aşağıda. Dr. James Gold hızlıca aşağı iniyordu merdivenlerden. Sağdaki giriş kapısına parmaklarını dayadı. Bilgisayar ekrandan parmak izlerini okudu “hoş geldiniz Dr. James” kapı açıldı doktor içeri ışık hızında girdi çekmeceyi açtı bir klasör ve silahını aldı. Yapılması gerekeni biliyordu bu projeyi asla kimse çalmamalıydı.

Monitöre baktı. Son 3 dakika. Formül uygulanacak ana örnek bir tüpe enjekte edilecekti. Hızlı adımlar artmaya başladı. Sesler dışarıda çığlıklara dönüşüyordu. Sonra iki el silah sesi duydu. Kendi silahının mermilerini kontrol etti hemen. “inceleme tamamlandı. Ana örnek naklediliyor.” Yazısını gördü. Projeden hemen 4 sayfalık bir çıktı verdi bilgisayar. “ana örnek nakil işlemi tamamlandı” yazısını görünce tüpü eline aldı. Bu tüp şuan dünyayı kurtaracaktı.

İşlemleri hemen bilgisayara girdiği kodlarla sildi. Harddisk tamamen boşalması için programladı. Sonra dış kamera sistemine girerek koridorları taradı. C blok çıkış ünitesi boştu. Bilgisayarı kapatarak hızlıca odadan çıktı. C blok ünitesine girdiğinde arkasında adamların olduğunu hissetti. Hızlıca koşmaya başladı. Ana kapıya geldiğinde şifreyi girip kapıyı açtı. Hızlıca adamlar koşuyordu o kapıyı kapattığında. Monitörden şifreyi değiştirdi.

Helikoptere bindiğinde silahını çıkardı. Pilota silahını doğrultup “çabuk havalan” dedi. Pilot tereddütsüz çalıştırdı helikopteri ve havalandılar. Düşündü yaptıklarını. Artık interpol bile peşine düşmüş olabilirdi. Güldü kendi kendine. “Birinin bu dünyayı iyileştirmesi gerekiyor” dedi.

_SeRHaT_

6 KELİME-1 ÖYKÜ (2)

GİZLİ OPERASYON

"süet, kapşon, zargana, ada, asansör, üniforma"

Kuyruktan sabırsızca geçen kapşonlu, arkasından seslenen görevlilere ve göstergeden fırlayacakmış gibi yanan metal dedektörünün artan sesine ve ışıklarına aldırmadan asansöre koştu.

"Beyefendi! Tekrar geçmeniz lazım, beyefendi!"

Kapşonlu tereddüt bile etmeden asansörden inen iki kişinin ardından kapanmak üzere olan kapıya koşarak elini uzattı. Kapı geri açıldı. Hemen düğmeye bastı.

"Beyefendi, giremezsiniz! Beyefendi!"

Başı önde, sırtında oklarla hızla asansöre binen kapşonlu güvenlik ekibini harekete geçirdi. Önce telsizle güvenlik amirine bildirildi.

"Asansörde şüpheli bir şahıs var efendim. Önlem alalım mı?"

"Bekleyin! İç kameradan izlemeye devam edin!"

Asansöre binen kapşonlu, kapşonunu açtı.
"Efendim, kapşonunu açtı, siyah bereli, şüpheli 40 yaşlarında, zayıf, 1.75 boylarında, erkek..."

Fermuarını açıp bir çırpıda yarıçıplak kaldı.

"Efendim, soyunuyor. Yanında şüpheli bir sırtçantası var."

Süet sırt çantasından üniformasını çıkardı.

"Kaçıncı kata çıkıyor?"

Üniformayı giymeye başladı hızla.

"Efendim kumanda odası ile konuştum 22. kata çıktığı belirtiliyor."

Bereden taşan saçını başını düzeltti.

"Kumanda masasına söyleyin durdurabiliyorlarsa, kessinler önünü!"

Çıkardığı kıyafeti çantanın içine tıkıp, taktı sırtına. Okların uçları görünüyordu.

"Efendim sırt çantası oklarla dolu. Saldırgan silahlı... Duyuyor musunuz silahlı!"

Kamerayı farketti, muzipçe gülümsedi. Belli ki az sonrası için korkunç planları vardı.

"16. katta durdurun. Güvenlik timleri yangın merdiveninden çıkıyor..."

Asansörün 17. kata geçişine baktı. Elini arkasında götürüp oklardan birine uzandı.

"Efendim 16'da durduramadık... Hızla devam ediyor yukarıya çıkmaya... Destek ekibi 16. kata ulaşamadı ama 22. katta çayocağı görevlisi bayıltmak üzere yangın tüpü ile hazır bekliyor..."

22. kata vardığını belirten "ding!" sesiyle birlikte , kapı açıldı. Adımını atmasıyla birlikte, iniltiye benzeyen bir ses duydu. Yangın tüpü ile üstüne gelen Hıdır'ın hamlesini zoraki savuşturmuştu ama ikisi de yere düşmüştü. Ortalıkta bildik bir koku vardı.

Hıdır gözlerini açtı. Emmioğlu Abdullah'ı tanıdı. "Aptulla aabi ayırdır yaa?" dedi. Abdullah, elinde tuttuğu şeyi Hıdır'a gösterip, "Ada'da zarganalar...ıhhh... kaynıyo be yaw! Canlı canlı getiriim dedimdihhh... Geçenki menemen gibi tavasını yapıveridik gizliden ocaktahh..."
8 Ocak 2011 Cumartesi

BİR RESİM--BİR ÖYKÜ SERİSİ




Büyük Patlama

“Hadi ama serdar biraz daha yukarıya, şu ayaklarını biraz daha kaldırsan o kutuya erişeceksin biliyorum” dedi Rona. Serdar son bir gayretle daha uzanmaya çalışırken büyük bir gürültüyle yere düştü masadan. Rona gülmeye başlamıştı. “biraz dengeni sağlasaydın böyle olmazdı” dedi. “hadi masayı sen tut bu sefer ben almaya çalışacağım” dedi.

Baş editör yardımcısı Rona. Oldukça meraklı bir kadındı. Merakının dışında fiziğiyle de göze çok girerdi. Yakında editör emekliye ayrılacak ve yerine o geçecekti çok belliydi bu. İstihbarat ve haber almakta en büyük kaynaklara sahip yegâne kişilerden biriydi. Bazen tek bir telefonla gazeteye yığınla haber bulabiliyordu. Yetenekli ve oldukça güzel bir kadındı. Gazeteye başladığında üniversiteden yeni mezun olmasına rağmen o büyük patlamayla ilgili büyük bir haber yakalamıştı ve kariyeri hızla yükseliyordu. Ona göre artık her şey çalışmak ve araştırmaktı. Şuan yaptığı gibi.

Serdar öfkeyle ayağa kalktı. Masanın ucunda sıkıca tuttu. Rona topuklu ayakkabılarıyla masaya çıkıp bir kitap yığının üstüne basmayı denedi ama kitap yığınının sallandığını görünce topuklu ayakkabılarını çıkartıp o şekilde denedi işte kutuya uzanmayı başarmıştı ve aldı. Serdar büyük bir coşkuyla alkışlarken Rona dengesini kaybedip kutuyla beraber yere düştü. Hızlıca yerden kalkıp gülmeye başladılar. Bu zafer kutlamaya değerdi. Arşivden çıktılar ikisi de. Şimdi doğruca Ronanın evine gideceklerdi.

1 gün önce;

Rona büyük bir toplantı odasının kapısının önünde içeriyi dinliyordu. Konu Ronanın ilk gazeteye başladığı haberdi. “Büyük Patlama”. Delikten baktığında projektör, onun nasılda acemice mikrofonu tuttuğunu ve etraftakilerin nasılda hızlıca koşuşturduğunu gösteren bir resmi yansıyordu duvara. Rona konuyu tam duyamıyordu ama bu olayda başka bir bit yeniğini bildiren bir söz geçmişti. “bu patlamayı onların çıkardığını biliyoruz. Ama kanıt nerde?” bu ses ünlü bir sesti sürekli duyduğu bir ses. “bakanım. Haklısınız ama arşivlerimizi taradık ve pek bir ip ucu bulamadık. Bulduğumuz gibide sizinle haberleşeceğiz biliyorsunuz.” Dedi acelece gazetenin müdürü. Bakan “umarım kısa sürede cevap bulursunuz çünkü çok yaklaştık bu sefer çok yaklaştık”

Rona kapının açılacağını hissetti ve hemen kendini karşıdaki açık kapılı odaya attı. Bakan ve koruması hızlı hızlı koridorun sonundaki asansöre gidiyorlardı. Asansörün kapılarının kapanmasını bekledi rona. Sonra kapıdan dışarıyı kontrol edip bakanın çıktığı toplantı odasının kapısını çaldı. “girin” dedi gazetenin müdürü olan Bora bey.

Bora bey 50lilerinin sonlarında mavi gözlü bir adamdı. Rona ona ne zaman baksa aklına babası gelirdi. Babası gibi deniz gözleri ve şefkati vardı. “Bora bey şey..” dedi ve ne söyleyeceğini düşündü bir an. “bende seni çağıracaktım Rona. Sana göre iyi bir işim var eğer istersen şartları konuşabiliriz.” Eliyle uzun masadaki bir sandalyeyi işaret etti. Oturdu Rona. Hayretle bakıyordu Bora Beyin yüzüne. Bora bey elindeki kumandayla görüntüyü başlattı. Genç Rona eli titreyerek mikrofonu tutmuş heyecandan çatlamış sesiyle. “şuanda bulunduğumuz binanın yerinde artık bir krater bulunuyor sayın izleyiciler. Bina tamamıyla patlamış bir halde ve bunun nasıl olduğunu uzman yetkililere soruyoruz.” Birden görüntü durdu. “Bunu ilk seferinde sunduğunda işte aradığım muhabir demiştim.” Elindeki kumandayı masaya bıraktı. Çekmeceden bir dosya çıkartıp önüne koydu. İçinden iki adet resim çıkardı. Patlamanın görüntüleriydi bu resimler. “kraterin çapı çok büyük ve etraftaki binalara da zarar gelmemiş sanki balon gibi patlamış.” Yutkundu bir an. “dosya senindir artık Rona. Bu işi çözebilir ve baş editör olabilirsin” Rona donakalmıştı. Dosyayı aldı “teşekkürler Bora Bey bunu başarabilirim sanırım” dedi. Yavaşça odadan dışarı çıktı ve Serdarı aradı.

Rona evin kapısını hızlıca açtı ve içeri girdi. Arkasından Serdar da girdi. Rona elindeki kutuyu mutfaktaki masaya bırakırken “kahve içer misin Serdar?” diye seslendi. Serdar “evet olabilir” dedi üzerindeki mantoyu çıkarırken. Rona elinde tepsi, iki bardak kahveyle içeri geçti. Kahvelerini içerlerken ikisi de sessizdi. Rona “ne düşünüyorsun” diye sordu yardımcısına.

“şimdi bu arşivi araştıracağız ve gerçekleri bulacağız öyle değil mi?” dedi Serdar çekinerek. Rona gözleri ışıldayarak evet anlamında başını salladı. Serdar her seferinde Ronaya çekinerek soru sorardı. Sanki her an kızıcak gibi agresif dururdu Rona. Hep düşünceli bir hali vardı. Ama asla da fevri davranmaz gayet açıklayıcı ve güzellikle cevaplardı her soruyu.

Rona mutfaktan kutuyu getirdi. İçinden 1 videokaset, birkaç not kâğıdı ve büyük bir defter çıktı. serdar eski kasetli videoyu çalıştırdı. Kasedi taktılar. Birden geçmiş yıllın görüntüsü geldi. Rona o anıyı hiç unutmuyordu.

4 yıl önce;

“Hazır mısın Süleyman?” dedi Rona üşüyerek. Elindeki mikrofonla garip hissediyordu kendini. Yılların en büyük haberini o sunacaktı. Bütün haber ajansının deneyimli muhabirleri trafikte kalmıştı çünkü. “Büyük Patlama” haber başlığını bir itfaiyeciden çalmıştı. Cesetler her yerdeydi. Ama binadan eser yoktu. Rona iki şeyi birden yaşıyordu. Kariyerindeki ilk sıçramayı ve hayatının en kötü gününü. Heyecanlanmıştı korkmuştu. Sesi çatlıyordu ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Etrafta bir sürü kalabalık vardı. Herkes çığlıklar atarak koşturuyor ambulans sesleri çınlıyordu etrafta.

“5-4-3-2-1” dedi Süleyman. “Merhaba sayın izleyiciler bültenimizi bir son dakika haberi ile kesiyoruz. İstanbulun en işlek caddesinde tanık olduğumuz bir olay ve sonrasını ekranlarınıza yansıtacağız. Şu anda bulunduğumuz binanın yerinde artık bir krater bulunuyor sayın izleyiciler. Bina tamamıyla patlamış bir halde ve bunun nasıl olduğunu uzman yetkililere soruyoruz.” Bir itfaiyeciye mikrofonu uzattı Rona. “binanın önce camlarında bir çatlama olduğunu duyduk. En üst katta çıkan bir yangın ihbarı aldığımız için ilk önce bizim ekibimiz geldi. İlk müdahaleyi ben ve birkaç arkadaşım yaptık. Yangın merdivenimiz 80 katlı bir binaya yetişmediği için müdahaleyi içeriden hallettik ve kazasız belasız dönüyorduk. Arabayla 100 belki 200 metre gittik gitmedik bina birden patladı.” O sırada bir itfaiye eri “yaşayan birini bulduk” diye bağırıyordu. Rona şok olmuştu. İtfaiye eri birden “Ambulans!” diye seslendi kamera sağlık ekipleriyle birlikte yaralıyı çekiyordu. Harabe içinden ambulansa alınan yaralı hızlıca ilk hastaneye götürüldü. Rona “ gelişmeleri an ve an yansıtacağız” diyerek konuşmayı sonlandırdı kamerada kayıttan çıktı.

Daha sonraki haberleri gelen ekipler yapmış Rona da gazete tarafından masa başı işine dönmüştü. Hayatının kariyeri ve en kötü günü ikisini birden yaşamıştı. Şimdi en baştan bir araştırmayla görevlendirilmişti. “Büyük patlama” adı altında kaybolan bina ve nedenlerini bulması gerekliydi.

Kaset bittiğinde serdar kutuya uzandı. Rona o sırada küçük not kağıtlarını karıştırıyordu. Birkaç itfaiyecinin telefon numarası, sağ kurtulan kişinin numarası ve adı, birkaç adres yazıyordu bu kağıtlarda. Defteri hatırlamıyordu. Genelde kutulara çok fazla belge konulmazdı hele ki bir defter. Eğer adli bir haber ise haber kaydının dışında bir dosya ve adli belgeler eklenerek kutu kapatılırdı.
Defteri eline aldı Rona. İçinde garip bir yazıyla birde not kağıdı zımbalanmıştı. “Bunu okuyan kişi bu çalışmalarımı lütfen dikkate alsın.”

İlk sayfayı açtı Rona. Birkaç formül, birkaç çizim ve altına üst üste çizgi çekilmiş birkaç cümle vardı. “hava atomlarının genleşmesini sağlamak için… ilk önce çıkacak olan küçük çaplı bir ateş…” Serdar pür dikkatle Ronayı izliyordu. Rona hızlanmış sanki enerji dolmuştu bir an. Diğer sayfaya geçti eski bir gazeteden koparılmış bir küpür. Tarih; 1964 yılında patlayan ve ateş topuna dönen bir tren istasyonuyla ilgiliydi. Diğer sayfadaki küpür 1983 yılında gerçekleşen bir inşaatta yaşanan büyük bir patlamayla ilgiliydi. Rona hızlıca tarıyordu. Haberlerin altlarında hep küçük küçük notlar vardı. “patlama ve imha formülü uygulanmıştır. Hata x değerinin fazla genleşmesiyle alev yüksek çıkmış çevre oldukça etkilenmiştir.” Çoğu haberde hatalar aynıyken 2000 yılındaki küpürde sadece “hava şartının el vermemesi sebebiyle yeteri kadar verim alınamamıştır” diye notu okudu yüksek sesle. Bu defterin arşive nasıl girdiğini bilmiyordu ama arşive derhal gitmesi gerektiğini ve bu olayların haber arşivine bakarak yorumlanması gerekiyordu. Serdara kısaca “acilen arşive geri dönmemiz gerek serdar çok garip bir haberin kuyruğunu bulduk.” Demekle yetindi.

Merdivenlerden hızlıca inerek arşivin kapısını açtılar. Arşiv bilgisayarını açıp gerekli tarih ve raf sıralamalarını arattırdı Rona. Kayıtların dosyalarını incelemeye başladılar bilgisayara çok fazla bilgi girilmediği için raf sıra numarasını aldı Rona. Serdarla beraber kutuları incelemeye başladılar. “hımm iki raf sağda olması gerekir serdar şu feneri tutar mısın bende şu kutuya bakıyım” Diğer raftaki kutuyu aldılar masaya koyup incelemeye başladılar. “sanırım tarihler doğru. Hatta olayların anlatışı benimkilerle neredeyse aynı.”

Arşivden çıktıklarında saat gecenin 5iydi. Çok fazla inceleme yaptılar ama her şey doğruydu. Bu neydi. Bir terörist saldırımı yoksa askeri bir silah denemelerimi. Çözemiyordu.

Kendi yeteneklerini kullanmalıydı merak ve araştırma. O şekilde çözebileceğini biliyordu. Kötü şeyler dönüyordu etrafında bunu hissedebiliyordu ve her şeye daha yeni başlıyordu yapılması gereken çok şey vardı…


BİR RESİM-BİR ÖYKÜ SERİSİ

HAYATIN FOTOĞRAFI
Sokakta bulduğum fotoğrafın kaderimi bu kadar değiştireceğini bilmiyordum. Bu yakışıklı adam, iki gece önce rüyama giren kişi olmasa bu kadar üstelemezdim. Ama poz verirkenki duruşu bile aynıydı. Her zamanki gibi işyerime doğru gidiyordum dalgın dalgın. Uyandığımda dilime takılan ıslığımla. Havada ıslığımın çıkardığı buharın kaybolması mutluluk verirken aklım evvelki gece gördüğüm rüyadaydı. İşte tam da o sırada buldum fotoğrafı. Akşamdan kalan yağmur birikintisi ile çamur arasında, sol yanı çamurlanmış... Bu mucize olmalıydı.




İşe gittiğimde Serhat Abi, vesikalıkları doğruyordu şakır şukur. Dikilen öküz suratlıya yarım göz attım, şipşak fotoğrafta temelli at hırsızı gibi çıkmıştı. Önemsemediğine göre tapu ya da noterden istenmişti belli ki. Sevincimi çok da belli etmeyerek, "Günaydın!" deyip geçtim bankonun arkasına. "Haa, Yasemin, gel zarfla şunları!" dedi. Elinden alıp minik zarfına koydum fotoğrafları ve uzattım.


At hısızı gittikten sonra ortalığı toparlarken ona anlatsam mı anlatmasam mı diye içimden geçiriyordum ki, düşünmeme gerek bile kalmadı. "Ne o kız, sabah sabah pişmiş kelle gibisin? Bi hâl var sende. Dökül bakiim abine!" dedi. Gerçekten Serhat abi, öz abim, sırdaşım, arkadaşım herşeyimdi. 25 yaşındaydı. Askere kadar düğünlerde fotoğraf çekmiş, dönüşte babası bu stüdyoyu açmıştı. Başım ne zaman sıkışsa soluğu onda alırdım evvelden de. Bu nedenle geçen sene üniversite sınavını kazanamayında fotoğraf stüdyosunda yanında çalışma teklifi can simidi gibi gelmişti. Babam da kendisini çok sevdiğinden itiraz etmemişti. Arkadaşlarım bir yerleri kazanıp gitmiş, kazanamadın mı diyen insanlara hesap vermenin getirdiği bıkkınlıkla gelip gidiyordum. Amaçsız ve boş boş...


"Yaa, inanılmaz bir şey oldu aslında!" dedim. Soran gözlerle bakınca gidip kabanımın cebinden resmi çıkarıp gösterdim. Evirip çevirdi. Markasına ve baskı kalitesine baktı. "10x15, Kodak, siyah beyaz, stüdyo işi... Paspartuluk kısımları ve stüdyo adı kesilmiş bunun." dedi. O ana kadar dikkat etmemiştim. "Boşver şimdi onu!" dedim."İnanmayacaksın ama bu çocuğu rüyamda gördüm!" dedim. "Git kızım, öyle şeyler filmlerde olur, manyak mısın?" dedi. "Vallahi yaa!... Buydu, yemin ederim, Brooke Shields gibi gözleri demiştim hatta!" Güldü. "Ermişsin sen o zaman, kızım!" dedi. "Yaaa bırak dalga geçmeyi de, bu çocuğu nereden bulacağım, sen onu söyle!" dedim.


Akşama kadar onun hakkında yorumlarda bulunup konuştuk. Rüyamı da anlattım ona. Serhat abi, "Dur bakalım belki de karşına çıkar!" dedi. "En azından bir fotoğrafı olduğuna göre kendisi de vardır."


Haklıydı. O mutlaka bu küçük şehirde olmalıydı. Ama nasıl bulurum? Karşılaşır mıyız? Karşılaşırsak ne yaparım? Bilmiyordum. Bildiğim tek şey o günden sonra insanlara daha dikkatli bakmak oldu. Öncelikle fotoğraf arşivimizi taradım. Gerçi tanısa Serhat Abi mutlaka söylerdi bana. Sonra insanlara fotoğrafı gösterip soramayacağım için sokaklarda faltaşı gibi gözlerle kaldırımları, dükkanları, kahvehaneleri, stad çıkışlarını tarayarak geçtim. Ama görsel hafızam dolayısıyla insanlara bir anlık bakmam yetiyordu Allahtan. Yoksa başıma bela almamam da işten değildi.


Umutsuzluğa kapılmadım değil. Odamda ağladığım da oldu resmine bakarak. En yakın kız arkadaşıma bile açılamadım alay konusu olmamak için. Sadece benden 3 yaş büyük Berna'ya bahsettim telefonda. Berna yengeyi anlatmadım değil mi size? Serhat abimin eşi ve komşumuz Berna. Yenge dediğime bakmayın. Berna derim. Her sabah işe giderken konuşuruz. Serhat abiyi yolladıktan sonra ya o arar ya ben ararım. Laflarız oradan buradan. Zaten ben Serhat abiden 2 saat sonra filan giderim işe. Neyse...


Ailem ise bendeki değişikliği farketse de üstüme gelmiyordu. Var olan ama ulaşılmaz birine aşık olmanın getirdiği karmaşa denizinde sağa sola bilinçsizce kulaç atmak, akıntıya kürek çekmek gibi bir şeydi. Resme bakıp cevap verebilirmiş gibi soruyordum. "Sen neredesin?"


Üç gün sonraydı ona rastlamam. Rastlamak da sayılmaz. İnsanların kalabalık olduğu yerleri düşününce otogar gelmişti aklıma. Belki de şehre bir kaç günlüğüne gelmiş pazarlamacıydı. Belki bugün son günüydü ve gidiyordu. Öğle arası 2 sokak ötedeki otogara gitmek için izin aldım Serhat abiden.


Tiksindiğim, korktuğum, nefret ettiğim otoparka girdim. Sabahtan akşama dek kaynayan sosislerin sosu, eksoz dumanı ve çığırtkan tellalların yapışkan sesleri karşıladı beni. Önce yazıhaneleri dolaştım. Sonra otobüslere yanaştım. Yoktu.


Fazla da geç kalmamak için omuzlarım düşük yöneldim çıkışa. Otogar park ücreti ödemek için kuyruğa girmiş otobüsler kesti önümü. Bir adım geriledim. Hangi firma diye otobüsün önüne bakmak için bir iki adım atmıştım ki, onu gördüm. Cam kenarında ve aynı pozda cama yanaşmış boş boş bakıyordu. Kıpkırmızı olmuştum. Otobüse artistik bir hareketle girip "Durun!" diyecek cesaretim yoktu. Ama beni görmesini sağlamalıydım. Sanki birini uğurluyormuş gibi el sallamak geldi aklıma. Başarmıştım. El salladım ve gördü beni. O da salladı. Arkama baktım benden başkası yoktu. Yan tarafta el sallayan bir teyze vardı ama onun torunu olduğunu sandığım arkadaki çocukla ilgilendiği aşikardı.


Sonra yine inanılmaz bir şey oldu. Göz kırptı bana. Sonra da gitti. Yani otobüs siyah egsozunu fosurdatarak bastı gitti.


İşyerime kadar ağladım. Onu önce bulmuş, sonra kaybetmiştim. Aslında başladığım yerdeydim. Sanal bir aşkın kemiklerini sıyırmaktı kaderim.


Şişmiş gözlerle stüdyoya girdiğimde Serhat abi vitrindeki büyük resimleri değiştiriyordu. Berna abla da gelmiş, kasanın arkasında oturmuş gülüyordu. Neler konuştuklarını duymuyor, etrafı görmüyordum. "N'oldu kız?" dedi Serhat abi. Berna abla, azarlar gibi "Serhaaat!" dedi. "Tamam ya, tamam!" deyip işine devam etti.


"Gitti abla!" dedim. "Kaderimi buldum ama bu şehri terketti. Belki de hiç göremeyeceğim. Otobüsteydi, gördü beni, hatta göz kırptı. bakışında tanıdığını ima eden bir şey vardı sanki. O'ydu biliyorum!" Sarıldı Berna abla. "Deli kız!" dedi. "Bu yaştasın inanıyorsun böyle şeylere ya, ne diyim sana!".


Elleriyle yaşlarımı sildi. "Gel!" dedi, "Dışarı çıkalım!".


Kapının önüne çıktık. Sarıldım. Omzuna dayadım başımı.


"Sana safsın diyorum hep, inanmıyorsun. Düşünsene, rüyanda görüyorsun, aynı kişinin resmini buluyorsun, sonra kendisini görüyorsun ve göz kırpıp bu şehirden gidiyor." İç çekti. Başımı omuzundan ayırdı. "Etrafına duvar ördün kaç aydır. İnsanları görmüyorsun. hayattan soğudun. Ne hâlde olduğunu bilmiyorsun. Sana bakmayı öğretmek lazımdı." Konuşmalarını sürdürdü nutuk çeker gibi. Hâlâ anlamıyordum bir şey. Ama bir gariplik de seziyordum. Sarstı birden.



"Beni dinliyor musun?" dedi. Kafamı salladım. "Etrafına bak. İyi bak. Hayat akıyor, gençliğin akıyor. Hayata duyarsız kalamazsın. Amaçsız yaşayamazsın. Etrafına bak! Göreceksin baksan." dedi.



O an vitrindeki resimler çarptı gözüme. Brooke Shields gözlü çocuğun resimleriyle donanmıştı vitrin. Altında "Foto Serhat" yazıyordu yaldızlı. Eli ile yüzünün yarısını kapatmış, gülümsüyordu. Bunların bir oyun olduğunu, sabah rüyalarımı anlattığım Berna ablanın bana bu şekilde matrak Serhat abi yoluyla ders vereceği aklıma gelmemişti. Sırıtarak çıktı dükkandan eşi de. Geldi ve sarıldı bize. Hayat onun için bir oyun, benim için sınav, Berna abla için bir dersti.


6 Ocak 2011 Perşembe

Yeni proje

Kelimelerle ilgili interaktif öykü projemiz devam edecek ama Berna'dan bir teklif geldi. Aşağıdaki 2 resimle ilgili öykü yazmamızı istemiş. Deneyelim bakalım!


Bu arada bloga girişken bu yazıya yorum olarak aklınıza ilk gelen kelimeyi ekleyin 6 kelime olunca öykü yazacağız.
4 Ocak 2011 Salı

Ajan

6 KELİME BİR ÖYKÜ
"virüs, zevzek, taarüf, bilet, keşkek, susak"
Hava okadar soğuktuki elleri uyuşmaya başlamıştı. Soğuk metal kapıya dokunduğunu bile hissedemiyordu elleri, güçlükle ittirmişti kapıyı. İçerideki sıcaklık yüzüne vurduğunda yüzünün ısındığını hissetti bir an. Kapıyı hemen kapattı. Hızlıca ona doğru yaklaşan köpeği adeta sarılırcasına üstüne atladı.  Kafasındaki bereyi çıkardı köpeği koşarak masaya koydu sonra dönüp sahibini yalamaya başladı. Susak. İsmini küçük kızı koymuştu. Susam gibi diyordu. Köpeğini çok seviyordu kızı.
Bir anda ayağa kalktı cebinden bir kağıt çıkardı. Hızlıca cep bilgisayarından bir görüntülü arama başlattı. Karşıda zenci bir adam belirdi. “rapor verin bayan virüs” kadın açıklamaya başladı. “plan başarıyla ilerliyor. Taarrüf projesi devreye sokulucak. Bay zevzekle orada buluşacağız. Yerlerimiz alınca ilk hedef vurulacak.” Başıyla onayladı adam “not alın.” Kağıda verdiği numaraları yazdı bayan virüs. Ve görüntülü arama sona erdi. Bu lakabı almak için çok uğraşmıştı bayan virüs. Bulunduğu şirketteki bilgileri sızdırmayla başlamıştı ajan hayatı. Sonra başka bir firma ve başka bir firma ardından lakap seçiminde bu lakabı almaya hak kazanmıştı. Bayan virüs; yaptığı her işin zorluğuna rağmen alt edebilir olmasıyla ve her şekilde başarmasıyla ünlüydü.
İki gün geçmişti bayan virüs elindeki biletle kompartımanına yerleşti. Uzun bir yolculuktan sonra tren garından taksiyle hava limanına geçti. Orada bay zevzekle karşılaşıcaktı. Uzun boylu elinde siyah bir çanta taşıyan kafasında siyah bir şapka olan ve cep telefonuyla konuşan bir adam olması gerekirdi bay zevzek. Ordaydı işte duvarın yanında etrafa bakan yanında valiz taşıyan bir görevliyle beraber duruyordu. Kod keşkekti. Çarpıcak sonra çanta değişimi olucaktı kadın keşkek diyerek çarptı düşen çantaları bir anda değiştirdi ve dışarı çıktılar. Bayan virüs önde bay zevzek arkadaydı. İşte beklenen an gelmişti.
Siyah bir arabadan inen yaşlı adamı gördü bay zevzek ve bayan virüs. Yaşlı adam bayan virüse doğru yaklaştı. Bayan virüs elini uzattı ve yaşlı adam öpücük kondurdu. İkisi beraber arabanın arka koltuğuna bindiler. Bay zevzek şöför koltuğuna yerleşti. Arabayı sürmeye başladı. Yaşlı adam “çanta yanınızda mı bayan” dedi. Bayan virüs kibarca elini çantaya attı ve adama uzattı. Adam çantayı açtı.  “güzel iş siz lütfen sağa çekin” dedi. Bay zevzek arabayı sağa çekti. Yaşlı adam arabadan indi. Bayan virüs ve bay zevzek gaza basarak ilerlemeye başladılar. Bir yandan dikiz aynasından arkaya bakıyordu bay zevzek. Bayan virüs telefonunu ve not aldığı kağıdı çıkardı. Telefona verilen kodları girdi ve tam 3 saniye sonra arkadan yüksek bir patlama sesi duyulmuştu.
Bay zevzek “arttık bitti değilmi” diye sordu bayan virüse. Bayan “bir ajan için görev asla bitmez. Araştırmaya devam etmelisiniz bay zevzek. Bu lakabı boşuna almadınız” dedi ve boynundaki kızının kolyesine şevkatle dokundu.

TAARRÜF





6 KELİME BİR ÖYKÜ

"virüs, zevzek, taarüf, bilet, keşkek, susak"

Otobüs sarsılarak ilerlemeye, yanındaki susak suratlı zevzek konuşmaya devam ediyordu. Armudi kemikli yüzü, burma bıyıkları, bir susak kabağının üstüne çizilmiş köy damadı hediyeliklerini andırıyordu. İçinden gülmek geçmişti ilk gördüğünde ama artık sinirlenmiş ve sıkılmış terlemeye başlamıştı. Gözlerini kapadı. Hatta hafiften başını cama çevirdi. Süzülen yağmur damlaları rüzgarın da hızıyla aşağıya incekken sağ köşeye seyredip yok oluyordu. İstiyordu ki "Aaa... sen yorgunsun kafanı şişirdim" desin o da ona "estağfurullah" deyip konuşmasını kessin. Ama ne mümkün... Biletini ayarlarken nasıl da diretmişti oysa ki, en ön olmasın, tekerlek üstü de... Arkalar beni tutar, mutlaka cam kenarı olsun diye.

Daha oturduğu ilk dakikadan itibaren sinyalleri almış ama tehlikeyi tam olarak sezememişti. İyi yolculuklar, nerelisine, nerelisin içinden miye, içinden mi öğrenci misine, öğrenci misin, baban kim, kimlerdensine dönmüş, ardı arkası kesilmemişti. Yaklaşık 3 saattir anlatıyordu adam. Şimdi ayağının altındaki çantasından keşkek çıkarmış, zorla yedirmek istiyor, bir yandan da anlatmaya devam ediyordu. Edindiği aile terbiyesi ve yaşı, adamı terslemeye elvermiyordu. Keşkek zaten sevdiği bir şey değildi küçükken gittiği köy düğününden sonra istifra edip yataklara düştüğü günü çağrıştırıyordu. Sabrın sınandığı anlarda otobüsün dikiz aynasının üzerindeki saatin saniyeleri bile helmelenmiş ilerlemekte inat ediyordu. Gözünü açtı. Öksürdü. Hapşırma ile öksürme arası bir tonda. "Çok yaşa!" deyip konuşmasını sürdürüyor, arada ilgisini çekmek için dirseğiyle dürtüp "dinliyorsun" değil mi diyordu yandaki. Ama o an adamın eliyle ağzını kapatıp hafifçe uzaklaştığını gördü.


Birden bir ışık çaktı. Yumuşak karnını bulmuştu işte. Denemek için zorlayarak öksürdü ondan yana. Beklediği tepkiyi almıştı. "Üşütmüş müsün ciğerim, kendine iyi bakasan aman!" demişti. "Üşütsem iyi taarrüf başlangıcı dedi doktor." dedi ciddiyetle. "Taarrüf mü o ne ki? Bulaşıcı mı?" Altın vuruşu yapmanın tam zamanıydı. "Evet, virüs salgını varmış bu aralar. Ben de istirahat etmeliymişim, memlekete gidiyorum, istirahat etmezsem ölüme bile gidebilirmiş sonu." dedi keyiflenerek için için. Gözbebeklerinde beklediği korkuyu gördüğünde yüksek zafer nidasını patlattı içinden.


Oysa taarrüf, ev arkadaşının bir kere laf arasında ağzından kaçırdığı, uzun süre dalga geçtiği komik bir kelimeydi ve bir gün hayatını kurtaracağını hiç bilmiyordu. Arife tarif gerekmiyordu ama hakedene taarrüf şarttı. Artık adamı dinlemiyor taarrüfün közde pişmiş orta kahvesini içiyor gibiydi keyifle. Anlayana sivrisinek saz, anlamayana taarrüf az deyip, adama karşı son kez öksürdüğünde adamın ben şu arkadaki koltuğa geçeyim diye ayaklandığını gördü.


Ev arkadaşına dönerken kocaman bir tepsi baklava getirdi ve boynuna sarıldı. Ne oldu sakın sorma ama senin şu taarrüf var ya hayatımı kurtardı oğlum, hayatımı!

2 Kalemşörlerin ilk düellosu

























Serhatyan ve Kremkaramortos'un maceralarına hoşgeldiniz.
Bugünden itibaren silahlarımıza 6 mermi sürüp düelloya başlıyoruz.
Daha açık söylersek, burada rastgele seçtiğimiz 6 kelimeden 2 ayrı öykü üreteceğiz.
İyi olan kazansın mı demeli?
 
Copyright 2009 2kalemsorler