İNTİKAM
“Arkadaş, Aşk, İstanbul, Mutluluk, Onur, Ömür” günlük ayracı
Mutluluğun tek tanımı vardı onun için: İstanbul. Oysa şimdi, ardında bıraktığı hayatına anlam kazandıran arkadaşları ve yaşama sebebi olan tek aşkından yoksun, kuyruğu dala takılmış uçurtma gibi sessizce bekliyordu. Ne beklediğini, yaşadıklarını nasıl geri çevireceğini bilmese de bekliyordu işte bu taşra ilinde.
Gideceğini söylediğinde arkadaşlarının acıyarak “taşraya mı?” demesi daha da acıtmıştı canını. Onuru kırılmıştı. Oysa babası, bunda onursuzluk görmüyordu. Ona göre onur başka bir şeydi. Israrla tekrar ettiği gibi, onurla çerçevelenmemiş ömür, hiç yaşanmamış demekti. Zaten babasıyla tartışılmazdı. Sadece itaat edilirdi. O nedenle değil miydi annesinin de isyanı? O nedenle değil miydi birbirlerinden kopmaları?
Zorunlulukların rüzgarında, bitirmek zorunda olduğu okuluna gidip geliyor, ama memleketi olan bu şehri hiç sevemiyordu. Üstelik en ihtiyacı olduğu zamanda annesini de babasını da İstanbul’da bırakmış, artık neredeyse “paran var mı-iyi misin-babaanneni üzme” seviyesine inen iletişimsizlikleri kör kuyulara atmıştı sanki ruhunu.
Oysa çok değil bir kaç yıl önce anne ve babasıyla, hatta o zamanlar çok kavga ettiği küçük kardeşiyle nasıl da mutluluk pozları veriyorlardı. Yani düşündüğü zamanlar aklına hep bir 1970’li yıllar kartpostalı gibi bir mutluluk tablosu geliyordu aklına. Her şey çok hızlı değişmişti. Gelecek onu bu yaşında sevindirmekten çok korkutuyordu. Umutsuzluğun acıtıcı sınırları, daralan bir çember gibi üstüne geldikçe, çaresizliğin pençesinde kavruluyor, sebep ve sonuçları daha da birbirine karıştırarak, sessiz bir oyuna dahil oluyordu.
Öfkeyle babasının canını yakmak için planlar geçiriyordu içinden. Ama ebeveynlerine yönlendiremediği öfkesi, dönüp dolaşıp kendisini vuruyor, o zamana dek görülmedik tutarsız tavırlar, öfke patlamaları, depresif, melankolik haller, alkol ve sigaraya düşkünlük, olmadık insanları yüceleştirme, aşağılık kompleksi gibi pis kokulu güller açıyordu her yanı. Bu anlamlandıramadığı haller en çok da en yakınındakileri tutuşturuyor, onları yıpratıyor, farkına varıyor, pişmanlığın pençesinden kurtulamıyordu. Kendindeki bu değişiklikleri zaman zaman kendisi de fark ettikçe daha da hırçınlaşıyor, ama değiştiremiyordu. Çünkü bilmediği bir zamanda, bilmediği bir şey içinde bir şeyi eksiltmişti. Eksilen şeyin yerine koyacağı şeyi arıyordu belki de...
İşte bu büyük ilgi açlığı, bu yamanması zor boşluk duygusu, bu kahpe kader, yanlış zamanda yanlış bir insanı çıkarıverdi karşısına. Nasıl çıktığı da garipti. Sanal sitelerde amaçsızca dolaşırken çıkmıştı karşısına. Oysa tek aşkım dediği ve zamanın inatçı silgisiyle silinmeye mahkum sevgilisi de vardı. Üstelik bir erkeği sevgili olarak bugüne kadar hiç konumlandırmamışken...
Öyle olmuştu ki ne zaman, nasıl tanıştıklarını, ilk kimin kime mesaj attığını, ne yazıştıklarını da unutmuştu bir süre sonra. İltifatların havada uçuştuğu, nedensiz jestlerle utandırıldığı, zamansız sürprizlerle taçlandığı bu evrede sarhoşluk, mutluluğun takma adı idi. Cinselliğe uzanan dolambaçlı yol, karanlık, zevkli ve davetkardı.
Sadece bir kapı aralanmıştı ışıklı. Gözünü kamaştıran bu ışık sağlıklı düşünmesine engel oluyor, ışığın yüceliğinden bir takım çıplak gerçekleri görmezden gelmeye başlıyor, sarıldığı yılanın zehriyle sarhoş oldukça, derin denizde kayboluşu da daha da acıklı oluyordu.
Evliydi adam. Babası yaşlarında, ama bakımlıydı. Bunu öğrenmesi uzun zamanını almıştı ama bunu dert edemeyecek kadar pusulasızdı. Ne önemi vardı karısıyla ilişkisinin boyutlarının? Babası ile benzerliği yoktu ama ondan daha ilgili, daha çenebaz, daha anlayışlı olduğu kesindi. Hiç bir eksiği yoktu hatta. Çünkü aldığı hediyeler eksiklerini göstermeyecek kadar kalın bir çerçeve gibi gözüne oturuyordu. Aksini düşündürtmeyecek kadar zeki olan bu adam, bir kaç dakikalık zevki için harcadıklarının hesabını yapmayacak kadar bonkör, yatırımlarının karşılığını almadan bırakmayacak kadar da uyanık.
İlgi dediğin nedir bir susuz için? Yüzüne tükürsen de bir damla su ferahlığında sarhoş olabilir bir çaresiz. Çok rahat tersten okuyabilir hayatı. Çok rahat kandırabilir kendini. Hatta bunu öyle usta yapar ki ondan başka kurtuluşu kalmamıştır. Ve dönülmez akşamın ufku, çirkin ve geri dönüşsüz bir dünyaya açılabilir. Buluşmak için dörtgözle beklenen mekanlar mezara dönüşebilir.
Nasıl oldu düşünüyor şimdi. Ne zaman olduğu malum. Yattılar bir kaç kere. “Bağlanma bana” dediğini hatırlıyor çok net. Kulak ardı ettiğini de. Ama es geçtiği bir şey vardı. “Bağlanma” bir anahtardı ve o kapıya taktığı kilidi soktuğu an boşanmıştı üstüne karanlık bir odada ne varsa. Açılmayan telefonlar, saçma bahanelerle kendinden uzaklaşan adam, kırıcılığın dozunu arttırdıkça arttırdı. Zamanla tehditlere sığındı. Para bile teklif edildi. Para: sahte mutluluk gözlüğünü kıran en büyük balyoz. Kıskanırsa bana döner diye kucaktan kucağa attı kendini. Tanımadığı bedenlerde, tanımadığı ülkelerin sefilliğini gördü. Her yeni beden bir aynaydı ve aynaya her baktığında gördüğü manzara korkunçtu. Çırılçıplaktı ve yalnız... Anne ve babasından uzak yalnızlığı katmerlendi.
Kısacası yaşandı ve bitti “bir şey”. Neydi yaşanan, neydi biten, neydi tükenen, farkına varamayacak kadar hızla oldu herşey. Zarif bir koza, sefil bir posaya dönüştü. Kullanıldı ve atıldı. Gözleri boşluğu döven çaresiz genç bir yürek, derslerini boşladı önce. Heyecanla yaptığı her ilk beraberinde yeni bir yalanı doğurdu. Her yalan kendinden daha da uzaklaştırdığıdan masumiyetinin adresini bulamadı bir daha. Gece yarıları camlarda bekleyen babaannesi, korkularını anne ve babasına açtığında baskılar arttı. Okuldan gelen ihtarlar, cüzdanından çıkan prezervatifler, çekmecelere gizlenen markalı saatler karşısına tokat gibi çıktıkça yeni bir yalana sarıldı.
Babası çıktı geldi. Kavgalar, diretmeler, psikologlar, peşine adam takmalar, hapis hayatı... O böyle yaptıkça, babasından daha da soğudu. Çoğu soruda sessiz kaldı. Umarsızmışçasına omuz silkti. Onuru zedelenen babasından, bu taşra kasabasına hapsetmesinin intikamını aldığını bile düşündü. Üstelik babasına çok benzeyen bir adamla.
İntikam güzeldi. İntikam lezzetli. İntikam, gözü dönmüş bir hortumla savurdu onu hayatın dışına. Annesiyle babası artık bir araya geliyor her sene –ne mutlu- mezarının başında.
Süleyman
“Arkadaş, Aşk, İstanbul, Mutluluk, Onur, Ömür” günlük ayracı
Mutluluğun tek tanımı vardı onun için: İstanbul. Oysa şimdi, ardında bıraktığı hayatına anlam kazandıran arkadaşları ve yaşama sebebi olan tek aşkından yoksun, kuyruğu dala takılmış uçurtma gibi sessizce bekliyordu. Ne beklediğini, yaşadıklarını nasıl geri çevireceğini bilmese de bekliyordu işte bu taşra ilinde.
Gideceğini söylediğinde arkadaşlarının acıyarak “taşraya mı?” demesi daha da acıtmıştı canını. Onuru kırılmıştı. Oysa babası, bunda onursuzluk görmüyordu. Ona göre onur başka bir şeydi. Israrla tekrar ettiği gibi, onurla çerçevelenmemiş ömür, hiç yaşanmamış demekti. Zaten babasıyla tartışılmazdı. Sadece itaat edilirdi. O nedenle değil miydi annesinin de isyanı? O nedenle değil miydi birbirlerinden kopmaları?
Zorunlulukların rüzgarında, bitirmek zorunda olduğu okuluna gidip geliyor, ama memleketi olan bu şehri hiç sevemiyordu. Üstelik en ihtiyacı olduğu zamanda annesini de babasını da İstanbul’da bırakmış, artık neredeyse “paran var mı-iyi misin-babaanneni üzme” seviyesine inen iletişimsizlikleri kör kuyulara atmıştı sanki ruhunu.
Oysa çok değil bir kaç yıl önce anne ve babasıyla, hatta o zamanlar çok kavga ettiği küçük kardeşiyle nasıl da mutluluk pozları veriyorlardı. Yani düşündüğü zamanlar aklına hep bir 1970’li yıllar kartpostalı gibi bir mutluluk tablosu geliyordu aklına. Her şey çok hızlı değişmişti. Gelecek onu bu yaşında sevindirmekten çok korkutuyordu. Umutsuzluğun acıtıcı sınırları, daralan bir çember gibi üstüne geldikçe, çaresizliğin pençesinde kavruluyor, sebep ve sonuçları daha da birbirine karıştırarak, sessiz bir oyuna dahil oluyordu.
Öfkeyle babasının canını yakmak için planlar geçiriyordu içinden. Ama ebeveynlerine yönlendiremediği öfkesi, dönüp dolaşıp kendisini vuruyor, o zamana dek görülmedik tutarsız tavırlar, öfke patlamaları, depresif, melankolik haller, alkol ve sigaraya düşkünlük, olmadık insanları yüceleştirme, aşağılık kompleksi gibi pis kokulu güller açıyordu her yanı. Bu anlamlandıramadığı haller en çok da en yakınındakileri tutuşturuyor, onları yıpratıyor, farkına varıyor, pişmanlığın pençesinden kurtulamıyordu. Kendindeki bu değişiklikleri zaman zaman kendisi de fark ettikçe daha da hırçınlaşıyor, ama değiştiremiyordu. Çünkü bilmediği bir zamanda, bilmediği bir şey içinde bir şeyi eksiltmişti. Eksilen şeyin yerine koyacağı şeyi arıyordu belki de...
İşte bu büyük ilgi açlığı, bu yamanması zor boşluk duygusu, bu kahpe kader, yanlış zamanda yanlış bir insanı çıkarıverdi karşısına. Nasıl çıktığı da garipti. Sanal sitelerde amaçsızca dolaşırken çıkmıştı karşısına. Oysa tek aşkım dediği ve zamanın inatçı silgisiyle silinmeye mahkum sevgilisi de vardı. Üstelik bir erkeği sevgili olarak bugüne kadar hiç konumlandırmamışken...
Öyle olmuştu ki ne zaman, nasıl tanıştıklarını, ilk kimin kime mesaj attığını, ne yazıştıklarını da unutmuştu bir süre sonra. İltifatların havada uçuştuğu, nedensiz jestlerle utandırıldığı, zamansız sürprizlerle taçlandığı bu evrede sarhoşluk, mutluluğun takma adı idi. Cinselliğe uzanan dolambaçlı yol, karanlık, zevkli ve davetkardı.
Sadece bir kapı aralanmıştı ışıklı. Gözünü kamaştıran bu ışık sağlıklı düşünmesine engel oluyor, ışığın yüceliğinden bir takım çıplak gerçekleri görmezden gelmeye başlıyor, sarıldığı yılanın zehriyle sarhoş oldukça, derin denizde kayboluşu da daha da acıklı oluyordu.
Evliydi adam. Babası yaşlarında, ama bakımlıydı. Bunu öğrenmesi uzun zamanını almıştı ama bunu dert edemeyecek kadar pusulasızdı. Ne önemi vardı karısıyla ilişkisinin boyutlarının? Babası ile benzerliği yoktu ama ondan daha ilgili, daha çenebaz, daha anlayışlı olduğu kesindi. Hiç bir eksiği yoktu hatta. Çünkü aldığı hediyeler eksiklerini göstermeyecek kadar kalın bir çerçeve gibi gözüne oturuyordu. Aksini düşündürtmeyecek kadar zeki olan bu adam, bir kaç dakikalık zevki için harcadıklarının hesabını yapmayacak kadar bonkör, yatırımlarının karşılığını almadan bırakmayacak kadar da uyanık.
İlgi dediğin nedir bir susuz için? Yüzüne tükürsen de bir damla su ferahlığında sarhoş olabilir bir çaresiz. Çok rahat tersten okuyabilir hayatı. Çok rahat kandırabilir kendini. Hatta bunu öyle usta yapar ki ondan başka kurtuluşu kalmamıştır. Ve dönülmez akşamın ufku, çirkin ve geri dönüşsüz bir dünyaya açılabilir. Buluşmak için dörtgözle beklenen mekanlar mezara dönüşebilir.
Nasıl oldu düşünüyor şimdi. Ne zaman olduğu malum. Yattılar bir kaç kere. “Bağlanma bana” dediğini hatırlıyor çok net. Kulak ardı ettiğini de. Ama es geçtiği bir şey vardı. “Bağlanma” bir anahtardı ve o kapıya taktığı kilidi soktuğu an boşanmıştı üstüne karanlık bir odada ne varsa. Açılmayan telefonlar, saçma bahanelerle kendinden uzaklaşan adam, kırıcılığın dozunu arttırdıkça arttırdı. Zamanla tehditlere sığındı. Para bile teklif edildi. Para: sahte mutluluk gözlüğünü kıran en büyük balyoz. Kıskanırsa bana döner diye kucaktan kucağa attı kendini. Tanımadığı bedenlerde, tanımadığı ülkelerin sefilliğini gördü. Her yeni beden bir aynaydı ve aynaya her baktığında gördüğü manzara korkunçtu. Çırılçıplaktı ve yalnız... Anne ve babasından uzak yalnızlığı katmerlendi.
Kısacası yaşandı ve bitti “bir şey”. Neydi yaşanan, neydi biten, neydi tükenen, farkına varamayacak kadar hızla oldu herşey. Zarif bir koza, sefil bir posaya dönüştü. Kullanıldı ve atıldı. Gözleri boşluğu döven çaresiz genç bir yürek, derslerini boşladı önce. Heyecanla yaptığı her ilk beraberinde yeni bir yalanı doğurdu. Her yalan kendinden daha da uzaklaştırdığıdan masumiyetinin adresini bulamadı bir daha. Gece yarıları camlarda bekleyen babaannesi, korkularını anne ve babasına açtığında baskılar arttı. Okuldan gelen ihtarlar, cüzdanından çıkan prezervatifler, çekmecelere gizlenen markalı saatler karşısına tokat gibi çıktıkça yeni bir yalana sarıldı.
Babası çıktı geldi. Kavgalar, diretmeler, psikologlar, peşine adam takmalar, hapis hayatı... O böyle yaptıkça, babasından daha da soğudu. Çoğu soruda sessiz kaldı. Umarsızmışçasına omuz silkti. Onuru zedelenen babasından, bu taşra kasabasına hapsetmesinin intikamını aldığını bile düşündü. Üstelik babasına çok benzeyen bir adamla.
İntikam güzeldi. İntikam lezzetli. İntikam, gözü dönmüş bir hortumla savurdu onu hayatın dışına. Annesiyle babası artık bir araya geliyor her sene –ne mutlu- mezarının başında.
Süleyman
2 yorum:
öykünün başlarında, hikayenin hiç buraya döneceğini tahmin etmemiştim. Umut fışkıran bu kelimelerin ardındaki bu karanlık öykü ile farklı bir tarz oluşturmuşsun:)
SÜPER YAZMIŞSIN
Yorum Gönder