6 kelime bir öykü (guns guns guns)
6 kelime 1 öykü (eskiler)
_Serhat_
6 kelime 1 öykü-6
“Arkadaş, Aşk, İstanbul, Mutluluk, Onur, Ömür” günlük ayracı
Mutluluğun tek tanımı vardı onun için: İstanbul. Oysa şimdi, ardında bıraktığı hayatına anlam kazandıran arkadaşları ve yaşama sebebi olan tek aşkından yoksun, kuyruğu dala takılmış uçurtma gibi sessizce bekliyordu. Ne beklediğini, yaşadıklarını nasıl geri çevireceğini bilmese de bekliyordu işte bu taşra ilinde.
Gideceğini söylediğinde arkadaşlarının acıyarak “taşraya mı?” demesi daha da acıtmıştı canını. Onuru kırılmıştı. Oysa babası, bunda onursuzluk görmüyordu. Ona göre onur başka bir şeydi. Israrla tekrar ettiği gibi, onurla çerçevelenmemiş ömür, hiç yaşanmamış demekti. Zaten babasıyla tartışılmazdı. Sadece itaat edilirdi. O nedenle değil miydi annesinin de isyanı? O nedenle değil miydi birbirlerinden kopmaları?
Zorunlulukların rüzgarında, bitirmek zorunda olduğu okuluna gidip geliyor, ama memleketi olan bu şehri hiç sevemiyordu. Üstelik en ihtiyacı olduğu zamanda annesini de babasını da İstanbul’da bırakmış, artık neredeyse “paran var mı-iyi misin-babaanneni üzme” seviyesine inen iletişimsizlikleri kör kuyulara atmıştı sanki ruhunu.
Oysa çok değil bir kaç yıl önce anne ve babasıyla, hatta o zamanlar çok kavga ettiği küçük kardeşiyle nasıl da mutluluk pozları veriyorlardı. Yani düşündüğü zamanlar aklına hep bir 1970’li yıllar kartpostalı gibi bir mutluluk tablosu geliyordu aklına. Her şey çok hızlı değişmişti. Gelecek onu bu yaşında sevindirmekten çok korkutuyordu. Umutsuzluğun acıtıcı sınırları, daralan bir çember gibi üstüne geldikçe, çaresizliğin pençesinde kavruluyor, sebep ve sonuçları daha da birbirine karıştırarak, sessiz bir oyuna dahil oluyordu.
Öfkeyle babasının canını yakmak için planlar geçiriyordu içinden. Ama ebeveynlerine yönlendiremediği öfkesi, dönüp dolaşıp kendisini vuruyor, o zamana dek görülmedik tutarsız tavırlar, öfke patlamaları, depresif, melankolik haller, alkol ve sigaraya düşkünlük, olmadık insanları yüceleştirme, aşağılık kompleksi gibi pis kokulu güller açıyordu her yanı. Bu anlamlandıramadığı haller en çok da en yakınındakileri tutuşturuyor, onları yıpratıyor, farkına varıyor, pişmanlığın pençesinden kurtulamıyordu. Kendindeki bu değişiklikleri zaman zaman kendisi de fark ettikçe daha da hırçınlaşıyor, ama değiştiremiyordu. Çünkü bilmediği bir zamanda, bilmediği bir şey içinde bir şeyi eksiltmişti. Eksilen şeyin yerine koyacağı şeyi arıyordu belki de...
İşte bu büyük ilgi açlığı, bu yamanması zor boşluk duygusu, bu kahpe kader, yanlış zamanda yanlış bir insanı çıkarıverdi karşısına. Nasıl çıktığı da garipti. Sanal sitelerde amaçsızca dolaşırken çıkmıştı karşısına. Oysa tek aşkım dediği ve zamanın inatçı silgisiyle silinmeye mahkum sevgilisi de vardı. Üstelik bir erkeği sevgili olarak bugüne kadar hiç konumlandırmamışken...
Öyle olmuştu ki ne zaman, nasıl tanıştıklarını, ilk kimin kime mesaj attığını, ne yazıştıklarını da unutmuştu bir süre sonra. İltifatların havada uçuştuğu, nedensiz jestlerle utandırıldığı, zamansız sürprizlerle taçlandığı bu evrede sarhoşluk, mutluluğun takma adı idi. Cinselliğe uzanan dolambaçlı yol, karanlık, zevkli ve davetkardı.
Sadece bir kapı aralanmıştı ışıklı. Gözünü kamaştıran bu ışık sağlıklı düşünmesine engel oluyor, ışığın yüceliğinden bir takım çıplak gerçekleri görmezden gelmeye başlıyor, sarıldığı yılanın zehriyle sarhoş oldukça, derin denizde kayboluşu da daha da acıklı oluyordu.
Evliydi adam. Babası yaşlarında, ama bakımlıydı. Bunu öğrenmesi uzun zamanını almıştı ama bunu dert edemeyecek kadar pusulasızdı. Ne önemi vardı karısıyla ilişkisinin boyutlarının? Babası ile benzerliği yoktu ama ondan daha ilgili, daha çenebaz, daha anlayışlı olduğu kesindi. Hiç bir eksiği yoktu hatta. Çünkü aldığı hediyeler eksiklerini göstermeyecek kadar kalın bir çerçeve gibi gözüne oturuyordu. Aksini düşündürtmeyecek kadar zeki olan bu adam, bir kaç dakikalık zevki için harcadıklarının hesabını yapmayacak kadar bonkör, yatırımlarının karşılığını almadan bırakmayacak kadar da uyanık.
İlgi dediğin nedir bir susuz için? Yüzüne tükürsen de bir damla su ferahlığında sarhoş olabilir bir çaresiz. Çok rahat tersten okuyabilir hayatı. Çok rahat kandırabilir kendini. Hatta bunu öyle usta yapar ki ondan başka kurtuluşu kalmamıştır. Ve dönülmez akşamın ufku, çirkin ve geri dönüşsüz bir dünyaya açılabilir. Buluşmak için dörtgözle beklenen mekanlar mezara dönüşebilir.
Nasıl oldu düşünüyor şimdi. Ne zaman olduğu malum. Yattılar bir kaç kere. “Bağlanma bana” dediğini hatırlıyor çok net. Kulak ardı ettiğini de. Ama es geçtiği bir şey vardı. “Bağlanma” bir anahtardı ve o kapıya taktığı kilidi soktuğu an boşanmıştı üstüne karanlık bir odada ne varsa. Açılmayan telefonlar, saçma bahanelerle kendinden uzaklaşan adam, kırıcılığın dozunu arttırdıkça arttırdı. Zamanla tehditlere sığındı. Para bile teklif edildi. Para: sahte mutluluk gözlüğünü kıran en büyük balyoz. Kıskanırsa bana döner diye kucaktan kucağa attı kendini. Tanımadığı bedenlerde, tanımadığı ülkelerin sefilliğini gördü. Her yeni beden bir aynaydı ve aynaya her baktığında gördüğü manzara korkunçtu. Çırılçıplaktı ve yalnız... Anne ve babasından uzak yalnızlığı katmerlendi.
Kısacası yaşandı ve bitti “bir şey”. Neydi yaşanan, neydi biten, neydi tükenen, farkına varamayacak kadar hızla oldu herşey. Zarif bir koza, sefil bir posaya dönüştü. Kullanıldı ve atıldı. Gözleri boşluğu döven çaresiz genç bir yürek, derslerini boşladı önce. Heyecanla yaptığı her ilk beraberinde yeni bir yalanı doğurdu. Her yalan kendinden daha da uzaklaştırdığıdan masumiyetinin adresini bulamadı bir daha. Gece yarıları camlarda bekleyen babaannesi, korkularını anne ve babasına açtığında baskılar arttı. Okuldan gelen ihtarlar, cüzdanından çıkan prezervatifler, çekmecelere gizlenen markalı saatler karşısına tokat gibi çıktıkça yeni bir yalana sarıldı.
Babası çıktı geldi. Kavgalar, diretmeler, psikologlar, peşine adam takmalar, hapis hayatı... O böyle yaptıkça, babasından daha da soğudu. Çoğu soruda sessiz kaldı. Umarsızmışçasına omuz silkti. Onuru zedelenen babasından, bu taşra kasabasına hapsetmesinin intikamını aldığını bile düşündü. Üstelik babasına çok benzeyen bir adamla.
İntikam güzeldi. İntikam lezzetli. İntikam, gözü dönmüş bir hortumla savurdu onu hayatın dışına. Annesiyle babası artık bir araya geliyor her sene –ne mutlu- mezarının başında.
Süleyman
6 kelime, 1 öykü-6
“kezzap, kimono, iguana, yosun, trafik ışığı, riyakarlık” herbirenk
Kezzap attım suratına. Oooh, iyi ettim vallahi. Siz olsanız benim yerimde, siz de atardınız, ne var ki bunda? Hepsine söyledim. Bütün uluslararası istihbarat örgütlerine... Hem de 100 kere. Belki de 1000... İlk günler saatlerce sorguladılar. İşkence ettiler. Dünyanın en azılı suçlusu olarak tutuklu olarak bekletiliyorum bu daracık hücrede. Ama neyse ki hücremde bir televizyon, sade bir yatak, tuvalet ve kitap var. Neymiş efendim iguana suratlı bir uzaylıya kezzap atamazmışım. Atarım ben. O da korkutmasaydı beni. Allah Allah!
Hem... hem, ben onu kimono giymiş, başına yosun koymuş bir çocuk sandım. E cadılar bayramında herkes öyle giyinir. Öyle değil mi? Mike mesela... Mini etekli ve elinde penis şeklinde bir enjektör olan hemşire olmuş ve maske takmıştı geçen seneki bayramda. Tamam tamam bunu duymak istemiyorsunuz. Ama bu absürd kıyafetleri anlatmazsam anlayamazsınız ki... Neden anlamak istemiyorsunuz beni? Daha Sherlyn’den bahsetmedim bile hiç. Hep hikayemin bu kısmına gelince susturuluyorum. Lanet uzaylı! Beter olsun! Erimişmiş... Yok DNA’sına, bokuna püsürüne bakacaklarmış da, bilim adına yazık etmişim de... Bana ne? Korktum attım can havliyle.
Bütün televizyonlar benim peşimde. CNN, tutup en çirkin resmimi kullanıyor haberlerde. Bir kere ben o gün hastaydım. Trafik ışığında hasta ve dalgın dalgın yürürken, araçlara yeşil ışığın yandığını görmeyip atılmışım yürümeye. E pantolonumun düğmelerini ilikliyordum. Kabul, meydandaki göbeğin içindeki çalılara işememeliydim. Hastaydım diyorum kaç kere diyeceğim, çalılıkların üstünde devlet başkanının heykeli varmış ne bileyim? Ama insan bu kadar utandırılmaz ki. MOBESE kameraları çekmiş resmimi. Manşet olmuşum. Hah! Çok da umrumdu. Herkeste var bendekinden. Ama burada kızdığım polisler değil, gazeteciler. Tutup yüzümü kapatacaklarına penisimi kapatmışlar. Kafalarına göre de bir manşet: ECELİ GELEN KÖPEK... Akılları sıra ironi yapıp beni afişe edecekler. Riyakarlar! Geçen sene öyle dememiştiniz ama. O fotoğrafımı koysaydınız ya. Yere göğe sığdıramamıştınız beni.
E Greenpeace örgütü üyeliğimi kabul etmeyince bağımsız bir aktivist olmaya karar vermiştim. O sene barış konulu eylemler modaydı. Hayır, ben pek takip etmem modayı ama o sene hırs yapmıştım işte. Greenpeaceçilerin hepsi avucunu yalamıştı. Uluslararası konferans için gelecek devlet başkanına yapılacak olası suikast için günlerce hazırlık yapmış, önlemler almışlardı. Hahay! Bana işlemez. Ayakkabı fırlatma yapılmıştı daha önce. Zaten yalınayak alınmıştık konferans salonuna. Ne attığımı söylemeyeyim şimdi. Ayıp kaçar. E benim de kendime göre bir ahlak anlayışım var sonuçta.
Haa ne diyordum? Kezzabı nerden buldun diyeceksiniz uzaylıya atacak. E kezzapsız gezmem ki ben. Takıntılıyım. Kezzaptan iyi ne çıkarır lavabodaki sümükleri? Bir kere, onun o fışır fışır halleri oldukça etkileyicidir. Oturup saatlerce seyret. Ne yapayım günbatımını.
O gün de yine elimde kezzabımla markete çekirdek almaya gidiyordum. Ödümü kopardı be! Önüme aniden çıkıverdi. İnsan öyle mi çıkar? İnsan demişim, anlayın işte... Uzaylı da olsa bu işin bir adabı var. Yavaşça insene dünyaya. Hiç mi Hollywood filmi izlemedin?
Neyse bu konudan daha fazla bahsetmek istemiyorum. Uykum var. Tekrar söylüyorum: hak etmişti. Az bile yaptım. İnsanlığın utanç müzesine koyacaklarmış boş kezzap şişesini. Kıçınıza sokun! Hah bunu da söylettiniz sonunda. Aaaa...
Süleyman
Bi gıdım saygımız vardı onu da yok ettiniz!
Şimdi aynı şeyi İbrahim Tatlıses için yapıyorsunuz. Bi gıdım saygımız vardı onun da içine ettiniz. Aslında size küfretmek isterken Defne ile İbo'ya küfrettik.
İbo uyanır uyanmaz ne dedi? DANNNNNNNNN!
Tıkla: İyiyim.
Doktorları yeni bir açıklama yaptı! DANNNN!
Tıkla: Meditasyon CD'si dinletiyoruz.
Nedir bu şimdi? Bu kadar da geri zekalı durumuna sokulur mu insan? Biz mi geri zekalıyız siz mi?
6 Kelime 1 Öykü (5)
6 kelime 1 öykü
İÇİMDEKİ ARDIÇ AĞACI
Sonra yatak odasına geçtim, nota defterimi açtım. Notaları takip ettim, inişli çıkışlı arpajlar, zayıflayıp şişmanlayan gövdemin özeti gibiydiler. Kemanıma dokundum. Resitalime 4 gün kalmıştı ve onca parayı bayıldığım siyah elbiseme bu kiloyla sığmam imkansız olduğu için canım fena sıkıldığından kapadım. Sonra, resitalde notaları karıştıracağım sancısı gelip inatçı bir öküz gibi göğsüme oturdu kaldı. Gidip televizyon açtım. Bisküvilerimden ve sehpadaki cipslerden atıştırdım. Beynim saçma programların beşiğinde kuru ninnilerle uyuştu. Ama aklıma kilolarım ve resital geldikçe içimde bir şeyler cız etmiyor değildi.
Kalktım, camın kenarına gittim. Bahçedeki ardıç ağaçlarının çirkin gövdelerine baktım. Ne kadar yaşlı, eğik ve çirkindiler. "Benim gibi..." diye mırıldandım kendi kendime. Bu ardıçları niye dikmişler sahi buraya? İnsan çirkinliği seyretmeyi niye sever? Gittim bilgisayarı açtım. Ardıç yazdım. Bir sürü şey çıktı ama aradığımı bulmakta zorlanmadım.
"Ortaçağda her derde deva olarak bilinen ardıç meyvası yendiğinde idrar, menekşe kokusu aldığından, eskiden Romalı kadınlar tarafından çok kullanılırdı. Yine bu çağlarda cadılardan korunmak maksadıyla yazlık evlerin önlerine dikilmiştir. Yine aynı inanışa göre cadı ardıç yapraklarını saymayı başarırsa eve girebiliyordu. Bunu önlemek için elden geldiğince çok ardıç ekilirdi." diyordu. Evimde bir cadı vardı: Ben! İçimde de bir ardıç ağacı. O yüzden nefret ettim kendimden.
Sonra gidip soyundum. Tekrar çıktım tartıya. Gözüm, karşımdaki boy aynasına takıldı. Yaşlı ve çirkin gövdeme. Kilo alıp vermekten sarkmış etlerimi oralarından buralarından çekip zayıf görünmeye çalıştım. Aklıma korsem geldi. Gidip gardolabımdan korsemi buldum. Kan ter içinde girdim içine. Nefes almam zorlaşmıştı ama elbiseyi denemem şarttı. Salak kız nasıl da "Bu size biraz dar efendim isterseniz bir büyük bedenini verelim!" deyivermişti. Nasıl da ağzının payını vermiştim... Gereksiz gururum nasıl da girmişti devreye... Değiştirmeye gitmem demek o kızın aşağılayıcı bakışlarına maruz kalmak demekti.
Elbiseyi giydim usul usul. Dikişlerini patlatmamaya çalışarak. Olacaktı bu iş olacak! Yan fermuarının % 75'i kapanmıştı. 3 kilo versem yetecekti. Aklıma en kolay yol geldi. Koşarak tuvalete girip elimi gırtlağıma soktum. Ağzımın etrafını bile temizlemeden tartıya çıktım: 84,6. Demek 600 gram farkettiriyordu. Dörtle çarptım 2.4 kilogram. Yüzüme sırıtkan bir gülüş yapıştı. Aynaya baktım. Ağzımdan salyalar akan korkunç cadıyı sobeledim.
Böylece dört günüm buzdolabı-televizyon-tuvalet-tartı arasında geçti. Alkışlar içinde sahneye çıktığımda allegro çalmam gereken parçayı bal gibi de andante çalmıştım. Bilgili seyirciler farketmişti belki ama ön sıralardakilerle gözgöze geldiğimizde kızgınlık yerine acıma gördüm. Gözyaşlarımı sildim. Ellerim simsiyah rimel içindeydi. İçimde yapraklarını dökmüş çıplak bir ardıç ağacı hâlâ, ilkbahara inat hüzünlü şarkısını söylüyordu. / Kremkaramel